Ece Temelkuran Muz Sesleri'ni anlattı

Ece Temelkuran'ın dokuzuncu kitabı “Muz Sesleri”, Everest Yayınları’ndan çıktı. Temelkuran kitabıyla ilgili soruları yanıtladı...

Ece Temelkuran'ın dokuzuncu kitabı “Muz Sesleri”, Everest Yayınları’ndan çıktı. Temelkuran kitabıyla ilgili soruları yanıtladı...

Gazeteci-yazar Ece Temelkuran’ın dokuzuncu kitabı, “Muz Sesleri”, Everest Yayınları’ndan çıktı. Yazar, ilk aşk romanı olan Muz Sesleri’ni Beyrut’ta dokuz ay yaşayarak yazdı. Beyrut’u seçmesinin nedeni, kitabının arka kapağında yazdığı gibi aşkın aslında bir iç savaş olduğuna inanmasından. Kısa süre önce boşanmasının bu aşk romanı üzerindeki etkisini soracak oldum, beni ve merak eden herkesi bu cephenin dışında tutmak isteğini gözleriyle belli etti.


Romanı yazmak için Beyrut’ta ne kadar kaldınız?
- Dokuz ay. 2009 Ocak’ından Ağustosu’na kadar. İlk kez 2006’da savaştan bir hafta sonra gitmiştim. Milliyet’te uzun bir yazı dizisi olmuştu. Roman yazmak için gittiğimde, West House’da bir stüdyo evde kaldım.

Roman bitse de romanın ve Beyrut’un atmosferinden kopamayış görüyorum sizde...
- Tuhaf bir şekilde, kendimi Beyrut’a ait hissediyorum, bana bu romanı hediye ettiği için. Yapışıp kaldı Beyrut bana. Hep gideceğim oraya. Eve gider gibi.

Dostlarınız olmuştur, özlediğiniz...
- Dostlarım ve filanca kafedeki kızlar gibi küçük tanışıklıklarım var. Onların Beyrut’ta olması hoşuma gidiyor. Beyrut’ta beni buradaki halimle değil de başka halimle bilen insanlar var.

Arapça da öğrenmişsiniz.
- Evet. Dünyanın birkaç yerine gittiğimde en çok şu lafı duyuyorum: Sen neredeydin? Ben sürekli başka yerdeyim. Bu galiba yaşamım haline geldi. Hiçbir yere ait olmadığımız zaman hikâyeler bulabileceğimize inanıyorum.

Beyrut’taki aşkla sınırlı değil ama roman. Oxford ve Paris’te de var aşk.
- Dünyaya, insanlara değen iki buçuk aşk hikâyesi. Daha da önemlisi, insanları alıp tersine çeviren aşk hikâyeleri.

Sevmişsiniz yarattığınız kahramanları ve hikâyelerini.
- Kitabın içindeki herkesi seviyorum. Kahramanlarım diyemiyorum, sanki onlar var gibi geliyor.

YAZDIĞIM EN GÜZEL ŞEY

Var derken, sizden bağımsız gibi mi?
- Karakterler kendi başlarına hareket ederler, dendiğinde inanmazdım. Öyleymiş. Sonlanması değil ama başlaması öyle oldu. Bu romanın kahramanı başka biriydi. Filipina ile Marwan vardı, bir yanda duruyorlardı. Sonra kendi kendilerine yaşamaya başladılar. Gazetecilikte de yoksul ve yaralı olana vicdanım devriliyor. Belki ondan, kafamın içinde yaşayan bu insanlar, bizi bir kenarda tutamazsın, biz bu hikâyenin esas oğlanıyla esas kızıyız, dediler.

Anlaşılan bayağı yormuşlar sizi...
- Yoksulların aşkını yazmak zor. Bu kitapta bir bölüm var, Bisküvi ve Lokum, diye, kendime hayret ettim. İnsanlar seksi, aşkı konuşmayı çok önemsiyorlar. Gerçekten önemseselerdi, daha incelikli bir hayatımız olurdu. Hissettiğim inceliği yazmak istedim ve sanırım yazdığım en güzel şey oldu.

Kapı önünde biriken, eksilen, eklenen ayakkabılarla ölümün ilintisi ya da taze un kokusu gibi öyle ayrıntılar var ki can evinden yakalıyor insanı.
- Gazetecilik boyunca o kadar çok gerçek görüyorum ve o kadar çok resim birikiyor ki hayata dair. Bazen insanlar hastalıkla doğuyorlar: Kendini diğer insanlarla son hücrene kadar eşit hissetme ve herhangi bir eşitsizliği anlayamama. Herkesin kör olduğu yerde görmek hastalıktır ya, onun gibi. Ben eşit hissediyorum kendimi. Bu nedenle yoksullara yoksul diye bakmadım. Öyle bir algım yok. Fakat yoksulların zenginlere duyduğu öfkeyi çok anlamak istedim. Bu romanda yoksullarla zenginlerin ilişkisini çok gizli anlattım.

Zenginler yoksulların nesinden nefret ediyor peki?
- Cinselliğinden. Romanda bu da var. Doktor Hamza diyor ya... “Zenginler kendilerine hizmet edenlere üniforma giydirirler çünkü köle olduklarını görmek istemezler.” Yoksullar kendi giysileriyle olamıyorlar çalıştıkları yerlerde.

Beyrut’ta zengin-yoksul ayrımının felsefesini Zeynap çok güzel anlatıyor.
- Diyor ki Batı’da yoksulların zenginlerden nefret etme hakkı vardır. Ama Doğu’da yoksullar zenginleri kendi din kardeşleri olarak görürler. Bir zengin olarak yoksullara dokunmanın tehlikesinden söz ediyor. Çünkü bir gün size minnet duyabilirler ve bunun altından kalkamayabilirsiniz.

GAZETECİLİK NASIL BİR AVANTAJ BİLİYOR MUSUNUZ?

Erbil’de bir sabah kaldığım otelden çıkıp arka tarafından yürüdüm. Issız bir parkta minyatür ve çok kötü durumda, hayvanat bahçesine benzeyen bir yer gördüm. Kanadı kırık ve çamura bulanmış bir pelikan ve çok dar bir kafeste delirmiş, kafasını vuran bir ayı... Pelikan ayıya bekçilik ediyor, ayıyı yalnız bırakmamak için ölmüyor ya da gitmiyor. Bunu nerede görebilir ki insan? Tabii ki gazetecilik acayip bir şey. Yazsam, uydurduğumu düşünürler. Öyle şeyler gördüm ki ağır geliyor bazıları. Madımak’ta iki kızı yakılmış, iki boş yatağın başında bekleyen anneyle, sekiz yaşında işkence görmüş bir Kürt çocuğuyla tanışmak istemezdim. Şimdi ise bunları görmeyi hak etmek için yazıyorum. Çünkü benim bir borcum da var dünyaya. Bu borç da gazetecilikle ödeniyor. Ama hakikate dair olan borcu, kendi hikâyeni yazarak ödüyorsun. Roman yazarken bunu anladım.

POLİTİKA SEKSİDİR, EN SEKSİ ŞEYDİR

Dünyada aşkın olduğu yerde politika yoktur zannedilmesi, hem benim hem de politik zamanlarda aşk yaşayanların kalbini kırıyor. Oysa politika seksidir. Hatta en seksi şeydir. Politika konuşmak, insanların birbirini başka bir hayata davet ettiği bir yerde bulunmaktır. Aşk da bir insanı başka bir hayata davet etmektir. Romanda Dr. Hamza, “Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce âşık olur” diyor.

GENÇ İNSANLAR CÜMLE KURAMIYOR

1980’den beri politika giderek yasaklanan, ucuzlatılan ve insanların hayatından çıkarılmak için uğraşılan bir şey haline geldi. Gençlere bakıyorum. Politik hayatları yok. Aşkları da. Politika konuşmadıkları için düşünemiyor, düşünemedikleri için cümle kuramıyorlar. Cümle kuramayan aşktan nasıl bahseder ki?

TEK BAŞINA DÜŞÜNEN AŞIK OLAMAZ

Zannediyorlar ki politikanın hayatın dışına çıkması insanları rahatlatacak, hafifletecek, daha neşeli yapacak. İnsan sanılanın aksine kendini feda edince mutlu olur. Kalabalığın içinde eriyince, aynı şeye inanmış insanlarla tartışırken mutlu olur. Şimdi sanki herkes tek başına mutlu olur gibi bir inanç var. Oysa en büyük trajedi, tek başına düşünmektir. Tek başına düşünen âşık olamaz, daha mutsuz olur.

TURNİKEYİ PARÇALAYAN BİR AŞK YAZMAK İSTEDİM

Politikaya, dünyaya, hayata değmeyen bir aşk var olamaz. Olmamalı da. İç savaştır aşk. Beyrut’u seçmemin nedeni de bu. Bir aşk hikâyesi ama içinde yıkıntının, döküntünün, yaranın, savaşın olduğu bir aşk hikâyesi anlatmak istedim. James Joyce’un Turnike öyküsünde, bir erkek gelip kadını sessiz sakin hayatından dışarı çıkarmak ister. Kadın tam gidecekken turnikede takılı kalır. Aşk, o turnikeyi parçalayan şey. Geri kalan hiçbir şey aşk değildir zaten. Ben de turnikeyi parçalayan bir aşk yazmak istedim. Yazdığımı da düşünüyorum şimdi bakınca.

MUZ SESLERİ’NDEN

(?) Sanırım kadınlar birbirlerini saçlarından iyileştiriyorlar Filipina. Tel tel, uç uca bir şifa çemberi kuruyorlar. Onları izledim. Annenin uzun, siyah saçlarını, aklının içindekileri sıyırıp alır gibi çöze çöze, tuta tuta taradılar. Belki de bu yüzden kadınları yok etmek isteyen kadınlar tarih boyunca önce onların saçlarını kesiyor. Saçsız bir kadının tutulacak yeri kalmayacağını, artık iflah olmayacağını biliyorlar.
(?) Savaşı hastanede anlarsın Filipina. Savaşan değil, kaybetmiş erkeklerin cephesidir bu. Erkeklerin değil, erkek kalıntılarının cephesi. Artık kimse savaşmadığı için acıklıdır görüntü. Yaralardan değil, kandan da değil. Çaresizlikten ve ağrı kesicisiz dikilen kesiklerden de değil. Savaşmayı bırakmış erkekler, savaşanlardan daha ürkütücüdür. Acının yaşanmasına izin verildiği bu cephe, en kanlı cephesidir savaşın.

Gülden AYDIN - Hürriyet