Ece Habertürk'e da tek tabanca geliyor!
Ece Temelkuran HT Pazar'dan Gülenay Börekçi'ye konuştu. Yarın Habertürk'te yazmaya başlayacak olan Temelkuran yeni adresine ısınmış anlaşılan.
Ece Temelkuran Gazete Habertürk HT Pazar'dan Gülenay
Börekçi'ye konuştu. Yarın Habertürk'te yazmaya başlayacak olan
Temelkuran yeni adresine ısınmış anlaşılan.
Gülenay Börekçi/Gazete HABERTÜRK-HT Pazar
Kadınsan, tercih yapman gerekiyor. Sana mı şiir yazılacak, yoksa
sen mi şiir
yazacaksın? 15 yaşındayken Sait Faik okumak için eve koşarak
gittiği yıllarda kendi şiirini kendi yazmaya karar vermiş Ece
Temelkuran. “Kitabın arasına
tek sigara sıkıştırırdım” diyor, “Sait Faik okurken sigara
içebilmek dünyanın en güzel şeyiydi. Öyle kitaplara rastlamıyorum
pek, az okuyorsam sebebi bu. Hayret denen o güzel ruh halinden uzak
kalacak kadar çok şey görmüş de olabilirim.” Sonra şöyle sürdürüyor
sözlerini: “Bir mesele daha vardı kafamı
kurcalayan, yazmayı mı daha çok seviyordum, yaşamayı mı? İkisini
de
yapacaktım, yani hem roman yazacak hem de roman gibi
yaşayacaktım.”
Dokuz ay Beyrut’ta kalmışsınız. Bir çocuğu dünyaya
gelmeye hazırlayacak süre... İstanbul’da yazsaydınız, ne
değişirdi?
Orada Ece Temelkuran değildim, insanların başkalarından
gizledikleri
hikâyelerini anlattıkları bir boşluktan ibarettim. Şimdi İstanbul’a
bakınca diyorum ki; ben bu şehirde ne çok hikâye kaçırıyorum.
Gazeteci olarak herkes
yüzümü ve adımı bildiği için, hikâyeleri tamamen çıplak bir şekilde
dinleyemiyorum burada, yani insanlarla konuşurken, “hiç kimse”
olamıyorum.
Beyrut’ta, “herkesi hiç kimse yapan o gürültüde” neler
duydunuz? Türkiye’nin sesi nasıl yansıdı?
Delilik dışarıdan bakınca ürkütücü ama içinde olduğunda sağlıklı
bir
hal alıyor. Beyrut’ta milletçe ne kadar dehşet verici bir delilik
ve kabalık
içinde olduğumuzu gördüm.
Yoksulların aşkını yazmak niçin zor, diye
sorsam...
Çünkü onları bildiğimizi zannederiz ama bilmeyiz. Bizim gibi
varoluş krizleriyle bunalma lüksüne sahip değiller, bunu anlamayız.
Cinselliklerinden tiksiniriz.
“Yoksullar” adını koyarak onları kimliksizleştiririz. Sadece
delirdikleri
zamanlar görürüz onları; evleri yıkılıp aç kaldıklarında, intihar
ederken
çocuklarının boğazına bıçak dayadıklarında. Öncesi yok bizim
için.
“Aşk bir iç savaştır”
diyorsunuz. Yani âşıksak; içimizde hep bir
cehennem... Sizin içinizdeki hangi acı, hangi aşk yansıdı bu
kitaba?
Beni insanların içinde patlayıp süren savaş ilgilendiriyordu ama
bunu aşksız anlatmak mümkün olmadı. Dünyanın içinden geçtiği o
karanlık delilik tünelinin aşkla benzeşen bir yanı var; ikisi de
her şeyi ters yüz edebilme gücüne
sahip. Pek de anlamlandıramadığımız acayip bir çağdan geçiyoruz;
aşk bunu
anlatmamı sağlayan bir yumurta akı, yapıştırıcı oldu benim içim. O
sıralar ruhumda neler olup bittiğini ise söyleyecek değilim
elbette.
KOLAY OLMADI YAZMAK
Tamam, sormayacağım ben de...
Şaka bir yana; herhangi romantik bir durum söz konusu değildi
zaten.
Muslukları akan, hamamböceği dolu berbat bir dairede yazdım
kitabı.
Dilini bilmeyen insanlarla konuşuyor ve gerçekliğini
ispatlayamayacağın
bir hikâyenin peşine düşüyorsun. Burada romantik olan bir şey
varsa,
yarattığım kahramanların beni dipsiz bir kuyudan çıkardığını
sonradan
fark etmiş olmamdır. “Niçin” dersen; her şeyin çok kolay
olmasının
beklendiği bir zamanda ben hâlâ çileye, inzivaya inanıyorum.
Kolay
olmadı Muz Sesleri’ni yazmak; gözlerimde egzamalar çıktı,
Quasimodo’ya döndüm... Görseydin, korkardın.
Karakterlerinizden Hamza, “Bir insan bir insanda başka
bir hayatın
kapısını görünce âşık olur ona” diyor. O kapıdan girmeyi,
ardındaki
olası tehlikeleri göze alanlar, buna cesaret edenler neyle
ödüllendirilir
ya da cezalandırılırlar?
Sen benden iyi bilirsin, ödül filan yok. Mesele her şey
bittiğinde hikâyenin güzel kalması... Yaraların iyileştiğinde
hatırladığın hikâye hâlâ güzelse, yeter. Ben hikâyem güzel olsun,
içinden birçok hayat geçen bir ömrüm olsun istiyorum. Bir de şu
var: Üstüme kapının kilitlenmesinden hoşlanmam. Bizim gibi
kadınları manolyaya benzetiyorum. Çok güçlü görünür manolya,
kocaman bir ağacın dallarında açar, etli, kalın yaprakları vardır
ama kırılgandır, dokununca çürür. Köşemin adı da bu yüzden
‘Kıyıdan’. Görebilecek kadar
yakında, vakti gelince çekip gidebilecek kadar uzakta durduğumu
anlatıyor. Başka türlü bir kıymetim kalmaz zaten.
HAYATIN TAM ORTASINDA
“Kendi kendinden utanacağın bir şey yapmıyorsan, seni
organlarını
değiştirene kadar sarsan bir şey yaşamıyorsan eğer, o aşk
değil”
diyorsunuz. Yani aşktan sonra aynı kalınmıyor... Bir arkadaşım,
sizin
kitaplarınızı okuduktan sonra okurun da aynı
kalamayacağını söylüyor. Muz Sesleri’ni bitirdiğinizde, siz
aynı kaldınız mı?
Kalmadım. Bitmek üzereydi kitap, 2 Temmuz’da yani doğum günümde
arkadaşlarımla çok sevdiğim bir meyhaneye gittik, Abu Hassan
diye
ufacık bir yer. Birden “Artık olmak istediğim gibi bir insanım”
lafı çıktı
ağzımdan. Düşünsene; Beyrut’tayım, bir roman yazıyorum, o mu
bitecek
ben mi biteceğim, belli değil, kimsenin beni tanımadığı bir
yerde
rakı içip çiğ ciğer yiyorum, beyaz bir elbisem var, sağlığım
yerinde... En
önemlisi, kendimi dışarıdan izlemiyorum, sürdüğüm o saçma
sapan hayatın tam ortasındayım. Nereye gittiğimi bilmeden koşuyorum
ama korkmuyorum. O an öyle hissettim, çok güzeldi.
Dışarıdan izleseydiniz kendinizi, ne
görürdünüz?
İnsan kendine dışarıdan bakmaya başlamışsa, bil ki kendini
kendi
gözleriyle izlemiyordur. Onu kim eleştiriyorsa, kim utandırıyorsa,
onun
gözleriyle izliyordur. Annesi, babası, sevgilisi, kardeşi...
“Sizi korkutan, sizin siz olmanıza izin vermeyen bir ev,
ev değildir
zaten” demiştiniz. Bunu bu ülkenin süregelen politikasına da aşka
da
uyarlayabilir insan. Sizin eviniz neresi?
Hikâyelerimden başka evim olmayacak benim. İnsan kaderinde ya
da mizacında olmayan şeylere niyet etmemeli. Yoksa eline yüzüne
bulaştırıyor. Muz Sesleri, Ağrı'nın Derinliği ve Bütün Kadınların
Kafası
Karışıktır'la birlikte yazarın yayınlanmış onuncu kitabı.
Sözünü sakınmayan, iktidarla derdini açıkça ortaya
koyan, siyasi
tavrı konusunda yalana dolana başvurmayan bir yazarsınız. “Bu
efelik bana bazen kaybettirir ama gece rahat uyurum” diyorsunuz.
Ne
yapsaydınız rahat uyuyamazdınız?
Bir tane hayatımız var. Onu da kahramanca yaşamayacaksak ne
işimize yarar? Korkarak mı yaşayacağız? Seçimim, kaybedecek şeyim
yokmuş gibi yaşamak. Kaybedecek bir şeyim de yok gerçekten. Geldim,
gideceğim...
Yapabileceğim en şahane şey, giderken bu dünyaya bir cümle
bırakmak.
Yazılarınızda kimin tarafını tutarsınız?
Kimsenin. Yoksulların, ezilenlerin tarafını bile tutmuyorum.
Sadece
yazının tarafını tutuyorum, hakikatin, eşitliğin, kardeşliğin,
adaletin, iyiliğin.
Köşe yazarlarının saç modeli seçer gibi kolayca inanç ve fikir değiştirdikleri bir ülkede yaşıyoruz...
Gelişmiş, eğitimli bir şüphe veya kendiliğinden bir kafa
karışıklığı değil onlarınki. Vaktiyle “Bu kurşunu atan da, yiyen de
ülke için” laflarını edenler,
kontrgerillayı desteklediğini ağzıyla söyleyenler, bugün demokrasi
dersi
verip darbe karşıtlığı kraliçesi olarak arzı endam ederken,
değiştiklerine
inanmamızı bekliyorlar. Değişimin sınamasını nasıl yapacağız?
Hesabını
vermeyecek misin akan onca kanın? Öyle değişim olmaz. Ben bunu
elimden
geldiği müddetçe hatırlatırım, unutturmam.
Artık HABERTÜRK’tesiniz. 10 yıldır yazdığınız gazeteden
nasıl ayrıldınız?
Milliyet’e tek tabanca girmiştim, tek tabanca çıktım. Bir veda
yazısı yazmak
isterdim, yapamadım. Buraya da tek tabanca geldim. HABERTÜRK’ün
yeniliği, boya kokusunun henüz geçmemiş olması hoşuma gidiyor.
Yaşayan bir organizmanın oluşumuna katkıda bulunacağımı
hissediyorum.