'Dört yüz mü?.. Dört yüzsüz mü?' tartışması...
Üçüne kefil olamasam da içlerinden en az birinin mutlak “temiz ve tek yüzlü” olduğuna inanıyorum…
ADNAN BERK
OKAN
O kadar uzun ki dostluğumuzun süresi…
Ömürlerimizin dörtte üçü birbirimizin arkadaşlığını en yakında
hissederek geçti…
İkimizin de iyi günleri olduğu gibi, benim kötü günlerim
onunkinden çok fazla…
En azından o hiç hapis yatmadı…
3 gecelik bir gözaltına alınmışlığı var 12 Mart
1971’den önce…
Sadece 3 gece…
Ben ise ondan neredeyse otuz kere daha fazla gecemi
demir parmaklıklar arkasında geçirdim...
Benim
ömrümün yarısından çoğu İstanbul’da
geçti..
Onun ise Ankara’da…
Telefon ettiğinde gazeteleri henüz okumamıştım…
- Dört yüzsüz’ü okudun mu?
- Kimi?..- Dört yüzsüz’ü…
- Yuh ulan sana!..
- Neden?.. Yalan mı?.. Dört yüzsüz değil
mi?..
- Sedat Ergin’e “yüzsüz”
demek için yüzsüz olmak lâzım…
- Ha…..r ulan; o da en az diğerleri kadar yüzsüz…
- Enis Berberoğlu’nun ne yüzsüzlüğünü
gördün?..
- Oğlum ben Ankara’da yaşıyorum… Sanma ki
İstanbul’a gitti diye yüzüne yüz kapladı;
Ankara’daki Enis neyse,
İstanbul’daki de o… Başbakan'ın
yüzüne karşı kuzu gibiydi ama o dönemin
generalleriyle buluştuğunda görseydin sen bir de onu;
Erdoğan için neler söylüyordu…
- Bilemem, kendisinin yüzünü bile ya bir defa gördüm ya iki
defa…
- Ya Ertuğrul?.. Çok mu yüzlü sanki?.. Pardon
pardon… Aslında içlerinde yüzsüz olmayan bi tek o
var çünkü o çok yüzlü…
- Sen belli ki Ertuğrul'u yakından
tanımıyorsun...
- Ben mi yakından tanımıyorum?.. Ulan yuh sana be!.. Bana
söylenecek en son söz “Ertuğrul’u yakından
tanımıyorsun” demektir… Oğlum, o da buradan (Ankara) gitti
İstanbul’a… Onu ben de tanımıyorsam kim tanıyor
acaba?.. Rahmetli Turgut Bey mezarından kalksa da
anlatsa ne adam olduğunu..
- Hani Hürriyet’in başına Özal istemişti
geçmesini?..
- Eeeee n’olmuş istemiş de?.. Bu onun çok yüzlü olmasına engel
mi?.. Yoksa çok yüzlü oluşunun ispatı mı?.. Ulan oğlum,
Yaşar’la (o dönemin Hürriyet genel Müdürü Eroğlu)
ikisi sattı Erol Simavi’yi; istersen patronun
telefonunu vereyim aç sor; numarasını benden aldığını
söyle…
- ……
- Geleyim Ahmet Hakan’a… Kim ki kader
yolculuğu yaptığı insanları bir çırpıda satar, o adamda yüz
olur mu?..
- ……
- Hasan Karakaya için yazdıklarını okumadın
galiba?.. Ulan, Hasan’ın o …..a yaptığı iyilikleri
babası yapmadı be… Birkaç defa sen de çok ağır şeyler yazdın
Hasan için... Kardeşim sen Hasan
Karakaya’yı tanır mısın?.
- Yazılarından…
- Yazılarından tanıdığın adam için demediğini bırakmadın,
unuttum mu sanıyorsun?..
- Ben onun şahsını değil, bir yazısını eleştirdim sadece, başka
da hiçbir kere bile onunla ilgili yazı yazmadım…
- Bırak şimdi bu ayakları koktu o ayaklar koktu… O yazdığın
yazıda da Ahmet’i koruyordun Hasan’a
karşı...
- Yazımı hatırlıyorum dostum; içinde
Karakaya’nın şahsına yönelik tek kelime bile
yoktu…
- Tamam tamam ben de yedim yani…
- Sana ne lan?.. İstediğimi eleştirir, istediğimi
överim…
- Tamam ama bazen bu, dört yüzsüzü de göklere
çıkarıyorsun… Oğlum seni aralarına alacaklarını sanıyorsan avucunu
yala…
- Ulan şimdi bi şey söyleyecem ama telefonu dinleyen polislere
ayıp olacak…
- Söyle ulan söyle, söylemezsen ağzına ..ayım…
Ve…
Karşılıklı iltifatlarla(!) telefonları kapattık…
Ben yine de “dört yüz” olarak anmak istiyorum
onları…
Çünkü üçüne kefil olamasam da içlerinden en az birinin mutlak
“temiz ve tek yüzlü” olduğuna inanıyorum…
Kimin mi?..
Daha en başta söyledim ya…
Sedat Ergin’in…
Kanımızı
emip, sömürdünüz bizi…
Bir yokmuş...
Bir varmış...
Bir bakmışsınız;
hepsi meclis dışında kalmış…
Ama...
Daha da önce...
Demokrasi tarihimizde...
Meclis dışına düşenlerin
kurdukları,
bir koalisyon hükümeti olarak yer almış…
Derken,
seçim olmuş erken…
Ama öncesi var bu öykünün…
Koalisyon hükümeti kuran o
üçlünün...
Ayağını
uzat yorganına
göre
Bunlar,
Parlamento başkanlığına bir kanun teklifi vermiş…
Muhalefetin de desteğiyle,
o teklif meclisten geçmiş...
Yasa olmuş,
gitmiş resmi gazeteye...
Yayımlanıp girmiş yürürlüğe...
O yasa teklifi neymiş?..
Mobil telefon konuşmalarına ÖTV getirmekmiş...
Yani...
Ne kadar çok konuşursan...
O kadar çok vergi
ödeyeceksin..
Yani...
Evine ekmeğini zor götüren...
Ama...
"Cep telefonu" denilen...
O cihazı dayayınca kulağına...
Saatlerce geyik muhabbeti yürüten;
Fukarayla dar gelirliye,
"Dikkat!.. Ayağını uzat yorganına
göre"
diyen o yasa...
Bol gelirlinin içine, düşürmüş bir tasa...
1999
Gölcük depremi
Hükümet vergiyi getirmiş ama;
neden?..
1999 Gölcük depreminin;
yaralarını sarmak,
sarabilmek için hemen...
O vergileri kaç yıl toplamış?..
Yaklaşık üç yıl...
Sonra ne mi olmuş?..
Ne olacak?..
İşte o üç kafadar...
Milletin her yanını yapmış havadar...
Cumhuriyet tarihinin,
en feci ekonomik krizini yaşatmış insanlarımıza...
Sonra çekmişler kendilerini naza...
Biri gitmiş saza...
Biri Hicaz'a...
Bir diğeri ise başlamış cazzz'a...
"Erken seçim de erken seçim... Yoksa ben çeker
giderim..."
Diğer ikisi korkmuş yıkılacak diye hükümet...
Diyememişler "yahu iki yıl daha sabret!"...
Yani...
Erken seçime gitmek fikrinde birleşmişler...
"Depremin yaralarını sarmak" için koydukları o
muhteşem vergiden istifade edememişler...
Bu arada tabii ki;
Depremzedeler için başlatılan konut inşaatlarını da bir türlü
bitirememişler...
Delil
yetersizliği
Çünkü...
Hükümet ortakları...
Düşmüşler "o
inşaatlardan nasıl olur da avantamızı alırız" derdine
...
Hatta...
Bakanlardan biri o yüzden Yüce Divan'da çıkmış
sergiye?...
Ama...
"Delil yetersizliği" nedeniyle aklanmış(!)...
Bütün günahları milletten saklanmış...
Sonra ne olmuş?..
Adalet ve kalkınma adıyla sahneye
çıkan bir parti,
% 36 oy ve seçim sisteminin kıyağı ile tek
başına olmuş iktidar...
Veee...
Bir başlamış ki çalışmaya...
Halk da başlamış bunlara alışmaya...
Hatta...
Geçmiş hükümetlerde bakanlık yapanlar;
bunların başarılarını kıskanır olmuşlar...
Tabii ki bunlar; yani aydınlatanlar ve kalkındıranlar;
kendilerinden önceki Hükümet'in koyduğu cep telefonu vergisini
kaldırmamışlar...
Ya ne yapmışlar?..
O vergileri duble yol yapımında
kullanmışlar...
Yani...
Kendilerinden öncekilerin toplayıp...
"Yolsuzluk" için değerlendirdikler(!)
paraları...
O adaletçi ve kalkınmacılar,
O vergi gelirlerini;
yol inşaatlarında harcamışlar...
Bir çığlık ki
sormayın...
Veeee...
Bir deprem daha olunca,
Eski Merkez Medya pirelenmiş;
Aklına;
1999 ürünü o vergilerin hesabını sormak gelmiş...
Maksat muhabbet olsun...
Muhalefetin lâf dağarcığı dolsun...
Bir çığlık, bir çığlık ki sormayın...
"Vergilerimizi ne yaptınız?”
diye bağırmış eskinin merkez medyası…
"Vergilerimizi ne yaptınız?” diye haykırmış,
yazarın yüz karası…
Çıkmış internet medyasının O kanından biri:
“Yahu arkadaş?..” demiş,
“sorsana patronuna onu;
aldırmadan kıçındaki donu…
Çıkmasaydı vergi affı,
bombok olacaktı patronunun sonu”…
Adaletsizlik
bu!
Yani…
Milyarlarca vergi kaçıran adamın hizmetkârları,
Kesildi başımıza "Hesap Uzmanı"...
Derken,
bir sabah erken;
Maliye Bakanı söyledi açık açık:
"O paralarla yol yaptık, hastane yaptık, okul
yaptık"...
Ama...
Vergi kaçırmakta uzman,
muhalefet etmekte azman patronun
hizmetkârları;
tatmin olmadı...
İçlerinden biri:
"Adaletsizlik bu!" diye bağırdı...
Medyanın o kanlarından biri sordu:
“Neden adaletsizlik?.. Soramadın mı patronuna be
ahretlik”…
Cevap verdi kaknem:
"Ama o vergiyi eski hükümetti getiren…
Bu hükümet oldu kaymağını yiyen…
Bunlar o vergilerle yol yaptı,
hastane yaptı,
okul yaptı;
sonra da seçime gidip,
oyların yüzde ellisini kaptı…
İşte bu yüzden hiç adil değil hükümetin
yaptığı,
patronumun canını sıktı oyları kapıp
kaçtığı..."
Ne
yapmalıydı sence?
Medyanın O kanlarından biri sordu yine:
İyi de arkadaş,
hükümetlerin işi ne?.
Eğer;
Yol yapmak,
hastane yapmak,
okul yapmak değilse...
Yan gelip yatmak mı
beş karış ense?..
Hükümet fena bir şey yapmamış…
Vergileri toplayıp cebe atmamış…
Yol yapmış...
Hastane yapmış…
Okul yapmış…
Ne yapmalıydı sence?..
O vergileri öncekiler gibi koyup cebe;
Yolsuzluk mu yapsaydı, yol yerine?..
Sizi gidi utanmazlar siziii....
Hayatlarınız adeta bir roman, bir dizi…
Yıllarca kanımızı emip…
Sömürdünüz bizi…
O
kadar uzun ki dostluğumuzun süresi…
Ömürlerimizin dörtte üçü birbirimizin arkadaşlığını en yakında
hissederek geçti…
İkimizin de iyi günleri olduğu gibi, benim kötü günlerim onunkinden
çok fazla…
En azından o hiç hapis yatmadı…
3
gecelik bir gözaltına alınmışlığı var 12 Mart 1971’den önce…
Sadece 3 gece…
Ben ise ondan neredeyse otuz kere fazla yattım hem de
cezaevinde…
Benim ömrümün yarısından çoğu İstanbul’da geçti..
Onun ise Ankara’da…
Telefon ettiğinde gazeteleri henüz okumamıştım…
- Dört yüzsüz’ü okudun mu?
- Kimi?..
- Dört yüzsüz’ü…
- Yuh ulan sana!..
- Neden?.. Yalan mı?.. Dört yüzsüz değil mi?..
- Diğer üçünü bilmem ama Sedat Ergin’e “yüzsüz” demek için yüzsüz olmak lâzım…
- Ha…..r ulan; o da en az diğerleri kadar yüzsüz…
- Enis Berberoğlu’nun ne yüzsüzlüğünü gördün?..
- Oğlum ben Ankara’da yaşıyorum… Sanma ki İstanbul’a gitti diye yüzüne yüz kapladı; Ankara’daki Enis neyse, İstanbul’daki de o… Başbakanın yüzüne karşı kuzu gibiydi ama o dönemin generalleriyle buluştuğunda görseydin sen bir de onu; Erdoğan için neler söylüyordu…
- Bilemem, Enis’in yüzünü bile ya bir defa gördüm ya iki defa…
- Ya Ertuğrul?.. Çok mu yüzlü sanki?.. Pardon pardon… Aslında içlerinde yüzsüz olmayan bi tek o var çünkü o çok yüzlü…
- Yakından tanımıyor musun ne?..
- Ben mi yakından tanımıyorum?.. Ulan yuh sana be!.. Bana söylenecek en son söz “Ertuğrul’u yakından tanımıyorsun” demektir… Oğlum, o da buradan (Ankara) gitti İstanbul’a… Onu ben de tanımıyorsam kim tanıyor acaba?.. Rahmetli Turgut Bey mezarından kalksa da anlatsa ne adam olduğunu..
- Hani Hürriyet’in başına Özal istemişti geçmesini?..
- Eeeee n’olmuş istemiş de?.. Bu onun çok yüzlü olmasına engel mi?.. Yoksa çok yüzlü oluşunun ispatı mı?.. Ulan oğlum, Yaşar’la (o dönemin Hürriyet genel Müdürü Eroğlu) ikisi sattı Erol Simavi’yi; istersen patronun telefonunu vereyim aç sor…
- ……
- Geleyim Ahmet Hakan’a… Kim ki kader yolculuğu yaptığı insanları bir çırpıda satar, o adamda yüz olur mu?..
- ……
- Hasan Karakaya için yazdıklarını okumadın galiba?.. Ulan, Hasan’ın o …..a yaptığı iyilikleri babası yapmadı be… Birkaç defa sen de çok ağır şeyle yazdın Hasan için. Yahu kardeşim sen Hasan Karakaya’yı tanır mısın?.
- Yazılarından…
- Yazılarından tanıdığın adam için demedik bırakmadın, unuttum mu sanıyorsun?..
- Ben onun şahsını değil, bir yazısını eleştirdim sadece başka da hiçbir kere bile onunla ilgili yazı yazmadım…
- Bırak şimdi bu ayakları koktu o ayaklar koktu… O yazdığın yazıda da Ahmet’i koruyordun Hasan’a karşı…
- Yazımı hatırlıyorum dostum; içinde Karakaya’nın şahsına yönelik tek kelime bile yoktu…
- Tamam tamam ben de yedim yani…
- Yahu hem sana ne?.. İstediğimi eleştirir, istediğimi överim…
- Tamam ama bazen bu dört yüzsüzü de göklere çıkarıyorsun… Oğlum seni aralarına alacaklarını sanıyorsan avucunu yala…
- Ulan şimdi bi şey söyleyecem ama telefonu dinleyen polislere ayıp olacak…
- Söyle ulan söyle, söylemezsen ağzına ..ayım…
Ve…
Karşılıklı iltifatlarla(!) telefonları kapattık…
Ben yine de “dört yüz” olarak anmak istiyorum onları…
Çünkü üçüne kefil olamasam da içlerinden en az birinin mutlak “temiz yüzlü” olduğuna inanıyorum…
Kimin
mi?..
Daha en başta söyledim ya…
Sedat Ergin’in…