Cüneyt Özdemir Birand'ın koltuğundan yazdı
Kanal D ana haber bültenlerini sunan Cüneyt Özdemir, ölümünün ikinci yılında ustası Birand için çarpıcı bir yazı kaleme aldı.
Kanal D ana haber bültenlerini sunan Cüneyt Özdemir, ölümünün
ikinci yılında ustası Birand için çarpıcı bir yazı kaleme aldı.
"Bu satırları sizlere KanalD haber merkezinin köşesindeki
odamdan yazıyorum" diye başlayan yazısında Özdemir,
"Birand'la herkes gibi ben de çok kavga ettim. Ancak 32.gün
ekolünün en önemli omerta kurallarından birine ben de hiç ihanet
etmedim. Ekip arkadaşlarımızdan hiçbirimiz, Birand başta olmak
üzere hiçbirimiz hakkında olumsuzluklarımızı kamuoyu önünde
konuşmadık." Dedi ve Birand'ın hem kendisine hem de mesleğe
katkılarını anlattı.
İşte Birand'ın koltuğu başlıklı o yazıdan çarpıcı bölümler:
Bu satırları sizlere KanalD haber merkezinin köşesindeki
odamdan yazıyorum. Karşımda Bağcılar'ın
apartmanları sıvasız duvarlarıyla sırtlarını benim pencereme dönmüş
kara kara düşünüyorlar. Biraz ileride bir caminin minaresi bu
sıradanlığı delip göğe doğru yükseliyor. Hemen yanında iki iş
kulesi arsızca başını göğe kaldırmış apartman yığınının ötesinde
demir ve çelik yığınları arasında sanki gelecekte geçen bir filmden
ya da bilmediğimiz bir gezegendenışınlanmış gibi duruyor. Saat
14.00 civarı haber merkezi bomboş... Muhabirler işte, yönetmenler
yemekteler... Bu yazıda (tam da bu saatlerde) gazeteye göndereceği
yazısını yazarak birkaç oda ötemde 7 yılını geçiren Mehmet Ali
Birand'ı dilim döndüğünce sizlere anlatmaya çalışacağım.
Kimse bilmez ben Mehmet Ali Birand ile ilk tanıştığımda
17 yaşındaydım. Henüz lise öğrencisiydim ve yazları harçlığımı
çıkartmak için turistik yerlerde çalışıyordum. O yaz, Marmaris
İçmeler'de bir tekne kiralama şirketinde mavi turdan gelen
tekneleri temizliyordum. Bildiğiniz işçilik yani. Gelin görün ki
benim aklım kitaplardaydı. Birand ile ilk kez bir mavi yolculuk
dönüşünde Gorbaçov'un yazdığı, Cenk Başlamış'ın Türkçeleştirdiği
Birand'ında ön sözünü yazdığı Glasnost kitabını imzalatırken
tanıştık. Yani ben tanıştım! Onun beni tanımasına daha 5-6
yıl vardı. Dinç Bilgin'in görkemli teknesi 'Headlines' koyun
ortasına demirlemişti. Kitabı imzaladıktan sonra
kıçtan takmalı bir motorla Birand'ı o devasa tekneye
götürmüştüm. Sonra yıllar yılları kovaladı ben İletişim
fakültesinde okumaya ve çalışmayadevam ettim. Artık turizm
işçiliğinden gazetecilik işçiliğine kaymaya başlamıştım. Birand ile
3. Sınıfta tanıştığımda Demirkırat belgeselinin sonuna geliniyordu.
O gün sonradan Irak Cumhurbaşkanı olan Talabani'yle Ankara'da bir
söyleşide Birand ile tekrar tanıştık. Artık asistandım. Söyleşi
bitiminde kasetlerindeşifresini yapmak üzere ben ofisin yolunu
tutarken o ise her zamanki gibi İstanbul'a dönüyordu. Sonra adım
adım o da beni tanımaya başladı. 32. Gün'de ilk yayınlanan
haberimde sesimi beğenmedi. Beni yanına alıp seslendirme odasına
girdi. Tıpkı benim de şimdi genç muhabir arkadaşlarıma yaptığım
gibi bir haber metninin nasıl okunacağını gösterdi. Sonra bir daha
, bir daha , bir daha...
Hiç bıkmadan usanmadan.
Benim tanıştığım yıllar Birand'ın şöhretin zirvesinde kendi
tanımlamasıyla 'bir
kuşun kanadından gökyüzünde kopup yere inen bir tüy gibi'
sarsıldığı yıllardı. Öcalan söyleşisi nedeniyle yargınlandığı
yetmezmiş gibi Uğur Mumcu ve Emin Çölaşan yazılarıyla Birand'ı
iyiden iyiye yıpratmaya başlamıştı. Geç yaşında gelen şöhret –ki
inanın Birand'ın sokakta yürüdüğünde Ankara bulvarında trafiğin
durduğunu görmüşlüğüm vardı- elinden kayıp gidiyordu. Birand'ı
düşmek üzere olduğu kuyudan kurtaran çalışkanlığı oldu. O gördüğüm
görebileceğim en çalışkan insandı. Herkesin umudu kestiği bir anda
yeniden başlıyor, ilk günkü heyecanıyla hırsla işine tutunuyordu.
Hiçbirimiz hızına yetişemiyorduk. Bazı geceler uykusuz sabahlıyor
sabah ezanı ile eve gittiğimde Birand'ın telefonu ile uyanıyordum.
Bir bahane uydurup uyanmam için telefon ediyor, hadi bakalım işe
diyordu... Gidiyordum. Bunun nedenini ancak yıllar sonar Can
Dündar'ın yazdığı Birand kitabında anlayacaktım. Birand zorlu
çocukluğundan hiçbirimize söz etmeyip bir sır gibi saklamıştı.)
Birand'la herkes gibi ben de çok kavga ettim. Ancak 32.gün
ekolünün en önemli omerta kurallarından birine ben de hiç ihanet
etmedim. Ekip arkadaşlarımızdan hiçbirimiz, Birand başta olmak
üzere hiçbirimiz hakkında olumsuzluklarımızı kamuoyu önünde
konuşmadık. Birand'ın çocuksu bir yanı vardı. Küsmüyor,
alınmıyor her seferinde 'önümüzdeki maçlara' bakıyordu sanırım bu
bana da sirayet etti. Birand okulu denilen bir şey aslına
bakarsanız uluslararası standartlarda gazetecilik okulundan başka
bir şey değildi. Yıllarca yurtdışında yaşamanın avantajıyla
hepimize bambaşka bir bakış açısı ve standart kazandırmıştı. Hele
benim gibi çekirdekten yanında yetişen gazeteciler için bu müthiş
bir fırsattı. Sonradan İstanbul'a geldiğimizde öğreneceğimiz Bab-ı
Ali puştluklarıyla kaybedecek zamanımız yoktu. Ya dünyanın bir
köşesine en az 10 günü bulan yolculuklara çıkıyor ya da montaj
masasında mütevazi bir ofiste günlerimizi geçiriyorduk. Ankara'da
ve İstanbul Kanlıca'daki 32. Gün ofisleri öylesine herşeyden ve
herkesten uzaktı ki çalışmak ve aramızda eğlenmekten başka çok
fazla yapacak bir şeyimiz de yoktu.
Birand'ın bir bizimle bir de ailesi ile iki ayrı hayatı
vardı. İşteyken ailesi bizdik. Hatta zamanın çoğunu bizimle
geçiriyordu. Ancak kendi ailesi ile bambaşka bir arkadaş grubunun,
yaşamın içindeydi. İkisi birkaç resmi buluşma veya iş görüşmesi
dışında pek de keşimiyordu.
Yıllar geçip, ayrı düştüğümüz zamanlarda bile her zaman gözü
üzerimizdeydi. İyi
bir iş yaptğımızda arayan hep ilk o oluyordu. Dedim ya çocuksu bir
rekabetçiliği
ve hırsı vardı. Birand meslekteki en güvendiğimiz abimizdi ama aynı
zamanda en ciddi rakibimizdi de... Ben benzer bir ruh halini yıllar
sonra bir tek Hasan
Cemal'de yaşadım. Ayrı bir ekolün, zamanın , ruhun insanları
gazetecileri onlar...
Yıllar içinde ben onu o da beni çözmüştü. İngiltere'ye giderken
"Sakın orada vık
vıklanma, sabret" diyordu. Evleneceğim eşimi tanıştırdığım zaman
meşhur
"affferrinnn"lerinden birini çekiyordu. Hergün haber yarışında bizi
kolluyor, kendisi geçtiğinde seviniyor, biz geçince çaktırmadan
bozuluyor ama dayanamayıp telefon açıp kutluyordu.Sevgili eşi Cemre
Hanım'dan sonra sanırım Birand'ı en iyi ve yakından tanıyan birkaç
kişiden biri ben oldum. Sadece haberciliği değil, yaşamı, şöhreti,
şöhretin elden gitmeye yüz tuttuğunda ne yapılması gerektiğini,
hayatı yaşamayı, Bab-ıAli puştlarıyla mücadele etmeyi daha neler
neler.. Çok şey öğrendim. Tek kelimeyle özetle derseniz Birand iyi
bir 'mentör'dü.
Bugün yıllarca onun çalıştığı yerdeyim. Aynı manzaraya bakıp aynı
insanlarla çalışıyorum. Bir anlamda onun koltuğunda oturuyorum. Bir
kriz anında, herhangi bir tartışmada ya da hiç umulmadık anlarda
Birand'ın eski odasıyla benim yeni odam arasındaki toplantı
odasında kısa bir sessizlik oluyor. Masadaki gazeteci arkadaşlarım
sessizce bana baksalar da biliyorum ki gözleriBirand'ı arıyor.
Aklımdan sessizce 'Birand şu anda burada olsa ne yapardı?' diye
geçiriyorum.
Dedim ya adamın ruhunu biliyorum diye...
Sonra (içimden) onun gibi bir "Yaşşaaaa..."patlatıyorum.
Bazen insanlar aranızda olmasalar da omuz başınızdan
ayrılmıyorlar.
Sen çok yaşa sevgili Birand...
SAYISAL LOTO 17 OCAK ÇEKİLİŞ SONUÇLARI MİLLİ PİYANGO