Çölaşan, Özdil’e karşı tedbirini aldı…

Çölaşan ve Coşkun, Yılmaz’a sadece “Rakip” gözüyle bakmayacaklar…



ADNAN BERK OKAN

Serdar Turgut 10 Ekim 2014 tarihli HaberTürk’te “Şiddetin dili Türkçe ve Kobani” başlığı altında yayımlanan makalesinde Türkçe’nin, “Şiddetin ve kavganın resmi dili” haline geldiğinden şikâyet ediyor, şöyle diyordu:

“İster dinselleşmiş kesim, ister seküler, isterse de Kürtler olsun, ideolojilerini ifade etmeye başladıkları zaman artık şiddetin ve kavganın dilini kullanmaya başladılar.
Dilini şiddete kaybeden toplumların barışı bulmasına imkân yoktur. Şiddetin dili yerine barışın dilini koyamadığımız takdirde, bu Cumhuriyet’in geleceğini kurtarma şansımız olabilecekken şimdi ne yazık ki her birimiz ne zaman ağzımızı açsak elbirliğiyle Cumhuriyet’imizi öldürmeye başladık.”

Serdar dünkü HaberTürk’te “Dil sorunu ve Yılmaz Özdil” başlığı altında yayımlanan makalesinde ise 10 Ekim tarihli yazısına okurlarından “olumlu tepki” aldığını hatırlatarak başlıyor şu notu koyuyordu:

“İş, bu hale gelmemizin nedenini anlamak için kullandığımız dili yapı çözümüne uğratmak ve barış için yeni bir dil oluşturmak olduğunda, yaşadığımız bu günlerde Yılmaz Özdil’i ele almadan, onu anlamaya çalışmadan yürümek imkânsız oluyor.”

 

Ey güzel insanlar!..

Bu köşede yapmaya çalıştığım analizlerin sürekli izleyicilerinden kimileri ne zaman sevdikleri bir yazarı eleştirmeye kalksam bana hemen “Yahu senin başka derdin yok mu?” mealinde mesajlar atarlar…


Yılmaz'ın işi çok zor...

Serdar Turgut
mezkûr makalesinin bir yerinde şöyle diyor:

“Büyük yazarlara bir şey olmaz. Yılmaz Özdil’e de olmayacağı kesindir, ama zorunlu olarak gazete değiştirdiğinde onun toplumsal öneminin hayli darbe yediği de kesindir. Yılmaz Özdil’in Hürriyet’te yazarken bir gün barış dilinin oluşmasına katkıda bulunmaya başlamasına imkân vardı, ama artık bu imkân kaçmış gözükmektedir. Çünkü Sözcü sadece kendi dilini konuştuğu insanlara konuşmak istiyor; farklı dilden insanlara konuşmak gibi niyeti de yok.”

Ey güzel insanlar!..

Sözcü’nün haber dilini ve birkaç köşe istisna köşelerde kullanılan üslûbu da beğenmediğim ve çok sık eleştirdiğim sır değil…

Bu nedenle Sözcü’de bilhassa “Çölaşan Fanatiği” olan okurların tepkisini çektiğim de bilinen bir şey…

Yılmaz’ı ise çok alkışladım…

Ama…

Çok da eleştirdim…

Alkışladığım yazıları içeriğine katılmasam da düzey düşürmeyen, kaliteli ironilerle süslenmiş, gülümseten ama düşündüren ve arşiv çalışmasına dayanan yazılarıydı…

Eleştirdiklerim ise muhatap aldığı kişi veya kurumu eleştiri sınırlarının ötesine taşıp aşağıladığı yazılardı…

Hürriyet’te yazmanın sorumluluğu Yılmaz’ı zaman zaman frenliyordu…

Şimdi sadece gaz pedalı olan ve vitesi kolu da sürekli büyük viteslere doğru çalışan bir otomobilde direksiyon sallayacak…

İşi zor…

Hele Emin Çölaşan’ın dün başlığı altında yayımlanan makalesinden sonra çok daha zor…

Geçenlerde de yazmıştım…

Çölaşan ve Coşkun, Yılmaz’a sadece “Rakip” gözüyle bakmayacaklar…

Onun okunurluk ve “retivit” alma sayısındaki yüksekliği de hazmedemeyecekler…

Emin beş yıldır yazıyor Sözcü’de…

Yılmaz dün ikinci makalesini yazdı…

Ama…

Beş yıldır Sözcü’de yazan Emin’in makalesini sadece 69 kişi paylaşmıştı arkadaşlarıyla…

Aynı saatte Yılmaz’ın makalesini sosyal medyadaki takipçileriyle paylaşanların sayısı ise  “1220” idi…

Evet…

Bin iki yüz yirmi…

Emin’den 60 kat daha fazla…

Söyleyin bakalım…

Yılmaz’ın bu büyük “retivit alma” başarısına hangi Sözcü yazarının yüreği dayanır?..

Haliyle kendi aralarında da sertleşecekler…

Yılmaz da buna uyacak zira o potansiyele zaten sahip…

En fenası da Serdar’ın Emin Çölaşan’la ilgili şu tespiti:

“Ben Emin Çölaşan’ı iyi tanırım. O kıskançtır ve kötülük de yapabilir; bu yüzden bence Yılmaz Özdil o ortamda kendini iyi kollamalı.”

Serdar haklı…

Çölaşan’ı hepimiz tanırız…

“Kötülük” yapmaya da çok müsaittir…

O nedenle dün, Sözcü’nün sahip olduğu tirajı kendisine borçlu olduğunu yazdı ya…

Daha ilk günden Yılmaz’a mealen; “Hoopppp!” dedi, “ilk gün gazetenin tirajna yaptığın 50 binlik tiraj katkısıyla böbürlenmeye kalkışma alırım paçanı aşağı…”

Ama…

Diğer yanda “retivit” rakamları da ortada…

Emin’i 69 okuyucu paylaştı takipçileriyle…

Yılmaz’ı ise 1220…

Yani Emin’in Halep’i orada tamam ama…

Arşın da Yılmaz’ın köşesinde…

Allah Yılmaz’ı, Emin’in şerrinden korusun…

Amin…

Oysa benim şiddet ve kavga diline yönelik eleştirilerim asla belirli kişiler için değildir…

Kavga ve şiddet dili kullanan kim olursa olsun eleştirdim bugüne kadar…

Çünkü…

Kavga ve şiddet dilinin bulaşıcı bir hastalık gibi olduğunu 28 Şubat döneminde bizzat yaşayarak öğrenmiştim…

Kavga ve şiddet dili “Yankı/Eko” gibiydi…

Kullananlara aynen geri dönüyordu karşı taraftan…

Meslektaşlarımın adını veriş sebebim ise eleştirdiğim dili o gün kullanan o meslektaşım olduğu içindir…

Serdar makalesinde diğer meslektaşları hakkında yazmamaya çalıştığını çünkü medyacılara dedikodu malzemesi verecek gereksiz polemikler yaratmamaya dikkat ettiğinin altını çiziyor…

Oysa benim işim mecburen “isim vermek”…

Aksi halde gazeteciler.com’un en çok okunan bölümleri olan “Alkış, kaybetti, kazanan, günün köşe yazarı” gibi köşeleri kaldırmamız icap ederdi…

O köşeler, meslektaşlarımızın öncelikle üslûplarındaki kabalığı kınamak, nezaketi takdir etmek için var…

 

Uzatmayayım…

Serdar aynı makalesinde Yılmaz Özdil’in de yazmaya başladığı Sözcü hakkında da birkaç söz söylüyor…

Bakın Sözcü’de ağırlıklı olarak kullanlan dil için neler yazıyor Serdar:

“Bu ülkede eğer bir gün ortak bir barış dilini paylaşmaya başlayacaksak kendi kullandığımız gündelik dilden farklı bir dil kullanan insanlarla konuşmayı öğrenmemiz ve dilimizi ortak paylaşılır hale getirmeye çalışmamız gerekiyor. Sürekli aynı dili kullandığımız insanlara uygun yazar ve sadece onlara doğru konuşursak, anlamlı toplumsal diyalog yaratmamız ve şiddetin dili yerine barışın dilini koymamız mümkün olmaz.”

 

Övünmek gibi olmasın ama…

Serdar’ın işte şu yazdıklarını onun kadar uzun cümle kuramadan ve fakat bol noktalı olarak anlatmaya çalışmıyor muyum yıllardır?..

Sonuç alabiliyor muyum?..

Alamıyorum ama…

O analizlerimle ilgili aldığım olumlu tepki ve takdirler, eleştirilerden çok daha fazla…

Kavga ve şiddet dilini okumak istemeyenler, “sürekli aynı dili kullandığımız insanlara uygun yazan ve sadece onlara doğru konuşanlardan” hoşlanmadıklarını bildiriyorlar…

Hatta bazen kullandığım “dil” nedeniyle beni de eleştirdiklerinde, eleştiri sahibine kısacık şu cevabı veriyorum:

“Bendeniz medyada bir nevi karşı tepe vazifesi görüyorum… Hangi üslûpla sesleniliyorsa aynı üslûp benden o tarafa iade ediliyor…”

 

Biliyor musunuz?..

En çok eleştiri aldığım konulardan biri merkez medya yazarlarına fazla iltimaslı davrandığım, iktidara destek veren gazetelerin yazarlarını ise dilime doladığım (Kafama taktığım) iddiası…

Hiç dikkat etmediğim için öyle olduğunun da farkında değilim…

Zira ben de nihayet mercimekten biraz irice de olsa herkes gibi bir beyin taşıyorum…

Günde yirmi binden fazla harf kullanan birisi olarak her tercihimden önce dönüp de arşive daha önce kimi alkışladığıma veya kaybettirdiğime bakamam…

Beni ilgilendiren o gün yapacağım tercihtir…

Kaldı ki…

Merkez medyadan daha çok meslektaşımı takdir ederken, iktidara yakın medyadan olanları ise genelde kaybetirdiğim iddiası benim için “geçerli” değil…

Beni meslektaşlarımın hangi gazetede yazdıklarından daha çok “neyi, nasıl yazdıkları” ilgilendiriyor…

Eğer birisi “şiddet ve kavga” dili kullanmışsa; benim için o üslûbu kullananın kim olduğu, hangi gazetede yazdığı hiç önemli değil…

Eleştiri kime olursa olsun…

Eğer üslûp düzeyliyse…

Küfür ve hakaret yoksa…

Meslektaşım, siyasetçilerden veya bizim dünyamızdan birini kendi penceresinden gördüğüne göre ve hem de nezaket çerçevesi içinde eleştirmişse, benim için takdir edimeye değer olabilir…

Çünkü…

“Ne” yazıldığından çok “nasıl” yazıldığı ilgilendiriyor beni…

Şöyle diyeyeim:

Tribünde maç izlerken Galatasaray’ın futbolunu ve futbolcularını küfür ve hakaret etmeden eleştiren bir rakip takım seyircisi; bizim futbolculardan biri gol attığında, “ne gol attı o… çocuğu be helâl olsun” diyen bir Galatasaraylıdan daha “mübarektir” benim için…


Hâsılı…

Serdar’ın “Zaten merkez gazetelerin önemi de, farklı grup ve sınıftan insanlarla aynı anda anlamlı konuşabilecek yeni bir dil oluşturmaya girişmiş olmalarıdır” hüküm cümlesine aynen katılıyorum…

Tabii ki hemen ardından gelen, “Şu anda bunu ne kadar başarmış oldukları ayrı bir konudur, bu tartışılabilir. Ama potansiyel vardır..” tespitine de…

Ve…

O potansiyelin yakın bir gelecekte şiddet ve kavga dili kullananları da caydıracağını umut etmek istiyorum…

adnanberkokan@gmail.com