Cesur Yürek'ten, İntikam Meleğine mektup!..
Günümüz dünyası, sürekli erkek ikizinden dayak yiyen iki yaşındaki kızına "Sen de vur" diyen annelerin dünyası ne yazık ki...
GAZETECİLER.COM - Türk
yazılı ve görsel medyasının Jan Dark’ı cesur yürek Balçiçek Pamir,
kendisine yakıştırdığımız tarihsel kimlikleri nasıl da hak ettiğini
kanıtlıyor adeta bugünkü makalesinde ama…
Ama bir yazar arkadaşa hiç hak
etmediği övgüleri yapıyor aynı yazısında…
Amacımız Balçiçek Pamir’i
eleştirmek değil…
“Övgü” ile
ödüllendirdiği Ece Temelkuran için dilediğini yazar ancak bazı
küçük hatırlatmalar yapmak istiyoruz…
Önce bugünkü makalesinden bir
bölüm:
AH Ece ah! O nasıl yazı
öyle...
Yoğun bakıma kaldırılan Kenan
Evren için yazdıklarından bahsediyorum.
"Dileyen acil şifalar dilesin, ben
dilemem şifa" diyor ve devam ediyor:
"Akıttığı kadar kanı aksın.
Sonra da, eğer bu işin sonu
ölümse, hiç tereddütsüz söylüyorum: Hakkımı da helal etmem! Hakkını
helal etmeyenlerin tarafında dururum."
Ece Temelkuran en sevdiğim yazarlardan.
Duruşu, tavrı belli olanlardan...
Kaypak davranmayanlardan, hani tabiri caizse "delikanlı"
yazanlardan...
Ama Kenan Evren için kaleme
aldıkları var ya...
Nereye koyacağımı
bilemedim.
Aslında yine bildiği gibi yazıyor,
yine ikiyüzlü davranmıyor. Belki de birçok kişinin yüksek sesle
dile getiremediğini bağırarak söylüyor ama...
"Ama"sı
başka işte. Benim ruhumda fırtınalar koparan bölümü rövanş
çabası.
12 Eylül'ü, bize ettiklerini, ülkece çektiklerimizi, kaybolan hayatları,
eksik kalan insanları, yitip giden isimleri anlatacak
değilim.
Üstelik başka şeyler yazmaya da,
hesap sormaya da hakkım var, özelime, aileme
bakılırsa...
Elbette Kenan Evren'in
yargılanmasını istiyorum.
Kimse söyleyemezken dile
getiriyordum, yeni mevzu değil yani...
Ama bu "kana kan, dişe diş"
durumunu bir türlü bir yere oturtamıyorum.
Oradan bakıyorum, olmuyor; buradan
bakıyorum, uymuyor.
Aklıma Selim Dindar geliyor. 12
Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi cehennemini yaşayan adamı
hatırlıyorum. Karşımda hüngür hüngür ağlıyordu yaşadıklarını
aktarırken.
O ağladı, ben
ağladım.
Hayatım o günden sonra aynı değil,
ne yalan söyleyeyim.
Ama aynı Selim Dindar gözyaşlarını
kuruladıktan sonra işkencecisiyle oturup nasıl çay içtiğini
anlatıyordu.
Ben ise gözlerim faltaşı gibi
açılmış bir şekilde "Nasıl?" diyebildim. İşkencecinizle çay mı
içtiniz? Niye?
Burada duralım…
Balçiçek Pamir, “Niye?” sorusunun cevabını biraz sonra versin…
Biz buradan kendisine
seslenelim:
Sevgili Balçiçek;
Ece Hanım
arkadaşındı…
Ece Hanım,
meslektaşındır…
Ece Hanım,
hemcinsindir…
Hepsi kabul ama…
Ece Hanım “Delikanlı”
olamaz…
Delikanlılıkta “Kana kan, dişe
diş” yoktur…
Olmaz…
Olamaz…
Oluyorsa, orada delikanlılık
yoktur…
Çünkü…
Delikanlılık tepkisini anında
koyandır…
Punduna getirip koyana ise başka
şey derler ama biz ona ne dendiğini söylemeyelim...
Makalene devam
edelim…
Niye sorusunun cevabında aslında
galiba, senin yazını bir türlü oturtamadığım yer var Ece. Peki ne
cevap verdi Selim Dindar? Dedi ki:
"Eğer ona işkence olarak karşılık
verirsem benim ondan ne farkım kalır ki? Ona en büyük ceza, ona
karşı yaptığın insani yaklaşımlar değil midir? Belki ölene kadar o
korkuyu yaşayacak, o vicdan azabını. Onlara tokat atmak, hakaret
etmek, saldırmak, küfretmek bir hediyedir. Onları bu tip
davranışlar rahatlatır."
Onları bu tip davranışlar
rahatlatır.
Anahtar cümle bu
galiba...
Evren, Ece'nin yazısını eğer okuduysa, rahatlayacaktır, yazı hediye
olacaktır.
Hepimizde başkalarına katlanacak
kadar güç vardır.
Sevgili Balçiçek;
Korkaklar,
zavallılara karşı kullandıkları “kuvvet”in, “güç” olduğunu
zannederler...
Oysa “Güç”, o kadar hafif bir
enerji değildir…
“Güç, zalimlere karşı kullanılan
kutsal enerjidir…”
Zavallılara karşı kullanılan ise
“kaba kuvvettir”…
Dedikten sonra yine devam edelim
makalene…
"Uzun yıllar nereden gelmediğini
bildiğim bir düdük sesi beni irkiltirdi.
Herhangi tiz bir seste de aynı
şeyler olurdu. Kulaklarım şöyle bir oynardı. Uzun süre kendime
gelemezdim.
Gözleri bağlı, günlerce,
haftalarca oturtulduk biz. O seslerle kaldırıldık."
Karşımda herkesin tanıdığı,
yakından bildiği çok ünlü bir oyuncu var.
O birçok kişi için Yaprak
Dökümü'nün Ali Rıza Bey'i.
Benim için ise yılların tavırlı
isimlerinden siyaset konuşmaktan hiç çekinmeyen, aklına geleni
söyleyen, söylediğinin de arkasında duran Halil Ergün.
Karşımdaki bu koca cüsseli adam
bir anda ''Haki renk elbiseyi görmeye dayanamam" diye söze
başlıyor.
Gayri ihtiyari üstüme bakıyorum,
haki renk giymişim.
Nasıl bir tesadüftür bu! Bazen
insan kelime bulamaz ya...
Susuveriyorum.
Sessizlik konuşturuyor Halil
Ergün'ü.
"Haki renkli bir yumruğu
hatırlıyorum. Çok fena." Kocaman yumruğunu
vuracakmış gibi kaldırıyor.
Büyüyor iyice gözümde, korkutucu
bir hal alıyor yumruk.
"Durup dururken o yumruk gözüme
iniyor" diye devam ediyor.
Açıyor yavaşça elini, masanın
üzerine koyuyor yumuşacık.
"Geçti artık o günler,
irkiliyordum eskiden, artık renklere takılmıyorum, endişe etme
kıyafetinden ötürü." Söz dönüp dolaşıp
Evren'e geliyor.
Halil Ergün, "Tek başına Evren
diye bakmamak lazım!" diyenlerden...
"O günlerin hâkimi hâkim, savcısı
savcı değil miydi?
Tek başına Evren demek haksızlık,
hepsi gelsin yargılansın!"
Bir yere oturtamıyorum
Ece.
"Akıttığı kadar kanı aksın"
diyemiyorum.
Anlıyorum öfkeni, hak veriyorum
hissettiklerine ama...
Bir türlü kana kan, dişe diş
diyemiyorum.
Sürekli erkek ikizinden dayak
yiyen iki yaşındaki kızıma "Sen de vur" diyemediğim
gibi.
Sonra "Oya Abla" yazın geliyor
aklıma...
Ne demiştin?
En sevdiklerimizin bile
yazdıklarından kesin yargılara varamadığımız bir "hayat" bu, Oya
Abla...
Sakinleşiyorum.
Makaleni böylece bitirdikten sonra
son sözümüz sevgili Balçiçek;
Günümüz dünyası, sürekli erkek
ikizinden dayak yiyen iki yaşındaki kızına "Sen de vur" diyen
annelerin dünyası ne yazık ki…
Sürekli erkek ikizinden dayak
yiyen iki yaşındaki kızıma "Sen de vur" diyemeyen annelerin
dünyasına eriştiğimiz gün zaten ne “açılım”
tartışacağız…
Ne de askeri
darbeleri…