Cengiz Çandar çok sert: 'böylesine aciz ve yeteneksiz bir siyasi kadro'
Bir iktidarın sıkıyönetim ilân etmesi ya da sokağa çıkma yasağı koyması, ülkeyi normal biçimde yönetme yeteneğini kaybettiğinin işaretidir diyen Cengiz Çandar 'Türkiye böylesine aciz ve yeteneksiz bir siyasi kadroyu iş başında görm
GAZETECİLER.COM - Radikal gazetesi yazarı Cengiz Çandar, Irak Şam İslam Devleti’nin Kobanê’ye saldırıları sonrası Türkiye’de başlayan protestoları değerlendirdiği yazısında, “Türkiye'nin yakın tarihi, kötü iktidarlar gördü ama burnunun ucunu görebilmek konusunda böylesine aciz ve yeteneksiz bir siyasi kadroyu iş başında pek görmedi” dedi.
Çandar, sokağa çıkma yasağını eleştirerek, “Bir iktidarın sıkıyönetim ilân etmesi ya da sokağa çıkma yasağı koyması, ülkeyi normal biçimde yönetme yeteneğini kaybettiğinin işaretidir. ‘Ben, askersiz ve sert güvenlik önlemlerine başvurmadan bu ülkeyi yönetemiyorum, yönetemeyeceğim’ itirafının bir biçimidir” ifadelerini kullandı.
Cengiz Çandar’ın Radikal’de “Anlayamadılar, göremiyorlar” başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
"Önce, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Kobani’ye oldukça yakın
bir noktada, Gaziantep’te konuşurken bir müjde verir
gibi “Kobani düştü, düşecek” sözlerini
duydum.
O, bir “müjde” vurgusuyla Kobani’nin
düşmek üzere olduğundan söz ettiği, IŞİD ile PKK arasında hiçbir
fark olmadığını bir kez daha kuvvetle vurguladığı sıralarda,
Türkiye’nin Kürtleri ülkenin birçok yerinde ayağa kalktılar. 19
kişinin ölümü, birçok yerin hasar görmesiyle ortaya çıkan fatura,
Türkiye’nin gelecekte neler yaşayabileceğine, nelere tanık
olabileceğine ilişkin ve çok tedirgin edici bir haberci
gibiydi.
Ve, ardarda çeşitli il ve ilçelerde “sokağa çıkma
yasağı” ilan edildiği haberleri gelmeye başladı.
Birbiri ardından.
Türkiye’nin Kürt nüfuslu il merkezleri ve bazı ilçelerde önceki
gece sokağa çıkma yasağı ilân edilmiş olduğunu duyar duymaz aklıma
12 Eylül 1980 öncesindeki Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel
hükümetlerinin son demleri geldi.
Ülkenin bir sürü ilinde sıkıyönetim ilân etmek zorunda
kalmışlardı. Hele Bülent Ecevit’in istemeye istemeye, sıkıyönetim
ilânına nasıl sürüklendiğini gayet iyi hatırlıyorum.
Bir iktidarın sıkıyönetim ilân etmesi ya da sokağa çıkma yasağı
koyması, ülkeyi normal biçimde yönetme yeteneğini kaybettiğinin
işaretidir. “Ben, askersiz ve sert güvenlik
önlemlerine başvurmadan bu ülkeyi yönetemiyorum,
yönetemeyeceğim” itirafının bir biçimidir.
Gece karanlığında, önceki gece Diyarbakır’ın görüntülerinde olduğu
gibi, boş meydan ve sokaklarda tepeden tırnağa silahlı askerleri
yığarak asayiş sağlamak zorunda kalmaya başlamışsanız, yani askeri
sığınmak gibi bir duruma kendinizi düşürmüşseniz,
gelecekte “askeri müdahale” yolunun da
taşlarını döşemeye başlamışsınız demektir.
İster belli saatler arasında sokağa çıkma yasağı olsun, ister
sıkıyönetim, devlet otoritesini ortaya koymanın ve olayların önüne
geçmenin, kontrolü sağlamanan bir yoludur elbette ama bu yola
girildiğinde, o iktidar için “yokuş aşağı
iniş” de başlamış demektir. Kimisi için günler,
kimisi için haftalar, kimisi için aylar, kimisi için yıllar alır
ama gidişatın yönü pek değişmez.
Bu tür önlemlere başvurmak zorunda kalacak kadar yanlışa batmış
iktidarlar, bu yoldan kendilerini çıkarabilme ferasetine ve
esnekliğine de pek sahip olamadıkları için bu böyledir.
Tayyip Erdoğan rejimi-Ahmet Davutoğlu hükümeti için de, geçmiş
tecrübelere bakarak, “tarih”in onlar
için “istisna hükümleri” uygulamayacağı
ve cömert davranmayacağını düşünmek için yeterince sebep
vardır.
(...)
En büyük ve en güçlü ve en barışçıl “kalk
borusu”nu Gezi çalmıştı. Uyanmadılar. Tam tersine, son
zamanların en barışçıl kitle hareketlerinden birine, Gezi ile
ilgisi olmayan provokatörleri öne
çıkartarak, “vandalizm” damgasını
yapıştırdılar, Gezi gençliğinin üzerine gazapla gittiler ve Ali
İsmail’lerden Berkin’lere genç ölüleri ve bunun yol
açtığı “acı kültürü”nü ürettiler.
Gezi’ye öyle olmayacak bir dil ve uslûpla karşı
koyup, “şiddet” unsurunu devreye
soktular ki, yönetim zihniyetleri ve tarzları, geniş Kürt
kitlelerini “çözüm süreci”nin kendilerini
çoktandır sükûnete ve hatta iktidara zımnî desteğe itmiş olduğu bir
zaman diliminde, sokağa dökmeyi başardılar.
Kürt kitlelerini sokağa dökme başarısını başarır başarmaz, 19 can
kayıplı bir gecenin ilk uygulamasını; Diyarbakır, Van, Mardin,
Batman gibi şehirlerin de bulunduğu 7 il merkezinde ve Nusaybin’den
Kızıltepe’ye Suriye sınır boyundaki önemli ilçe merkezleri başta
olmak üzere, Derik, Mazıdağ, Savur gibi hayli içerlek konumda,
kırsal alandaki ilçelere uzanan geniş bir
coğrafyada “sokağa çıkma yasağı” koyarak
yaptılar.
İstanbul’un birçok noktası, toplumsal çatışma potansiyeli taşıyan
gerilimler ile yer yer patlama noktasına geldi. Yakında Ankara,
İzmir, Adana, Mersin gibi merkezlere de mevcut gerginliğin sirayet
etmeyeceğinin herhangi bir işareti yok.
Haftalardır ve günlerdir, Kobani’nin nasıl
bir “simge” olduğunu anlatmak için
dilimizde tüy bitti, yazılarımızda mürekkep kalmadı.
Görünen köy kılavuz istemiyordu. Kobani, katliamın eşiğine
geldiği vakit, Türkiye Kürtlerinin, üstü kapalı biçimde Kobani’ye
saldıran IŞİD’I kolladığı algısını oluşturmuş olan bu iktidara
karşı ayağa kalkacağı besbelliydi. Kobani’nin doğu
girişindeki tepelerde iki IŞİD bayrağının dikildiği gün, öyle
oldu.
Ama bu arada, Kobani’deki askeri denge de değişmiş gibi.
Kentin doğu girişine iki IŞİD bayrağı dikildikten sonra, üç hafta
boyunca yapılmış olan toplam hava harekâtı birkaç saat içinde
yapıldı ve dün sabah, IŞİD bayrakları o tepenin üzerinden
inmişlerdi. Namlusunu Kobani’ye doğrultmuş olan IŞİD tankı
da yoktu.
Bu durum, kuşkusuz, öncelikle üç haftadır Kobani’yi kararlılıkla
savunanlara, Kobani için direnenlerin sağladığı bir sonuç. Koskoca
Musul’u iki gün içinde, görünürdeki koca Irak ordusunu önüne
katarak ele geçiren IŞİD, Musul’un üçte birinden daha küçük
Kobani’yi üç haftadır üç taraftan kuşatmış olmasına
ve “dördüncü taraf”tan
oradaki “siyasi
otorite”nin “zımnî” desteğe
sahipmiş görüntüsüne rağmen bir türlü ele geçiremedi.
Kobani, artık, Türkiye Kürtleri ile Suriye Kürtleri
arasında “kader ortaklığı”nın
ve “ortak gelecek tasavvuru”nun simgesi ve
daimi referans noktası haline geldi. Bu noktaya adım adım
gelindi.
Ne var ki, AKP iktidarının esir
düştüğü “kibir”, bunu görmeyi engellediği
gibi, IŞİD ile arasında hissettiği “ideolojik
hısımlık”, AKP iktidarında IŞİD’in Kobani’ye yönelik,
Kürtleri katliam tehdidiyle karşı karşıya bırakan saldırısının
Türkiye’nin içinde yol açacağı sonuçları görmeyi tümden
imkânsızlaştıran
bir “körlük” yarattı.
Kürtlerin önemli bir bölümü, AKP iktidarının, Kobani’deki
“akrabaları” ve
“soydaşları”na karşı IŞİD’i kolladığı
kanısında. Cumhurbaşkanı’ndan Başbakanı’na, Başbakan
Yardımcılarının herbirine, AKP iktidarının tepe isimleri, bu
kanaatin bir yanılgı olmadığını kanıtlamak için ellerinden geleni
yaptılar, yapıyorlar.
Türkiye’nin vatandaşı olan milyonlarca Kürt için, Kobani, kendi
kimliklerini temsil ediyor. Kobani’dekilerin katliam tehdidi
altında bulunmalarını, Türkiye’nin Kürtleri kendi gelecekleri
açısından tehdit olarak hissediyorlar. Kobani’dekilerin direnişini,
kendi başkaldırıları ve başarıları olarak
sahiplenip, “özgüven aşısı” ile ayağa
kalkıyorlar.
Bütün bunların farkında olmamakta, anlamamakta ısrarla direnin bir
iktidar var Türkiye’nin başında. Bu kafayla ülkede, Allah muhafaza,
bir “iç savaş”ın taşlarını döşüyorlar.
Ankara’da dün “Güvenlik
Zirvesi” toplandı. Zirve’ye katılanlar, aynaya
bakarlarsa, Türkiye’ye yönelik en büyük “güvenlik
tehdidi”ni görmüş olacaklar.