Cemaat-AK Parti gerilimine sosyolog yorumu

Zaman yazarı Ali Bulaç, son günlerde Gülen Cemaati ile Hükümet arasındaki gerilimli süreci bir sosyolog gözüyle yorumladı.

GAZETECİLER.COM - "Bir topluluğun –eğer siyasi birlik sözleşme (muahede) temelinde kurulmuşsa- kamu politikalarının tespit ve icraında fikir yürütmesinde, taleplerde bulunmasında ve karar mekanizmaları üzerinde etkili olmaya çalışmasında onun "cemaat" veya "stk" olması neyi değiştirir?" diye soran Zaman yazarı Ali Bulaç, son günlerde Gülen Cemaati ile Hükümet arasındaki gerilimli süreci bir sosyolog gözüyle yorumladı.

Batılı demokrasi söz konusu ayırımı yapar; cemaatlerin dine ait olduğunu, din işleriyle uğraşırlarken siyaseti ve kamu politikalarını laiklere bırakması gerektiği fikrini savunur. (...) Ancak orada devlet, kilise ve din işleri konularında da karar alamaz.

Bizde özerkleşmiş bir din kurumu yok. Ama laik devlet her konuda –din ve ahlak kültürü dersinin müfredatının tespitine kadar- karar veriyor. Devlet hem denetleyip karar verecek hem icraatın muhatapları dindarlar, cemaatler söz sahibi olmayacak. Bu ne laikliktir ne Müslümanlık. Hele din işlerini yürüten bir Diyanet (DİB) varsa, bu resmen ve fiilen “dinin devletleştirilmesi” demektir. Dindarlardan istenen, bu devletleştirilmiş din anlayışına ve sistemine boyun eğmeleridir. Dahası İslam açısından özel anlamda “din işleri” olmadığından, Müslümanların dünyevi olan her iş konusunda fikir sahibi olması, kamu politikalarına karışması, karar mekanizmaları ve süreçleri üzerinde etkili olmaya çalışması siyasal sistemin ferdi olarak görevi ve hakkıdır. İnsan “dindar” oldu diye gelir bölüşümü adaletsizliği, faiz politikaları, dış siyaset, eğitim, kültür ve sosyal politikalar konusunda fikir yürütmekten, verilen kararlara muhalefet etmekten engellenemez. Vergini vereceksin, seçim zamanında oy kullanacaksın, ama hayatını dini hükümlere göre yaşamak istediğin için siyasi, toplumsal ve kamu politikaları konularında bir fikrin, eleştirin, talep ve önerin olmayacak. Bu ne teorik/fikri tutarlılıktır ne siyasi istikrara hizmet eder ne de hak ve hakkaniyete uygundur.

(...) Son örneği aktüel bir tartışma dolayısıyla Mehmet Barlas “Cemaatler sivil toplum değildir” (Sabah, 6 Ağustos) başlıklı bir yazı yazdı. Değerli yazarımız Hüseyin Gülerce de “Hizmet hareketinin ‘dini cemaat’ olmadığını” (Zaman, 7 Ağustos) anlatmaya çalıştı.

Teori açısından demokrasiler dini referans alan cemaatlerin politik eleştiri, katılım ve taleplerini temel bir hak olarak içselleştirmeli, laikler aksi uygulamanın ayrımcılık olduğunu kabul etmeli. Ancak en başta muhafazakâr-demokrat siyasetçilerin bu hak ve yetkiyi yeterince içselleştirmeleri beklenir. Cemaatler-siyasetçiler arasındaki sorunlar büyük ölçüde kişilerin niyetinden, hatta birbirlerine bakışlarından çok Batılı demokrasinin doğasından kaynaklanıyor. Çünkü Batılı anlamda herhangi bir siyasi kimliği alan her parti –bu isterse “muhafazakâr demokrat” olsun- teori gereği cemaatleri siyaset dışı görür. Bu da bize gösteriyor ki söz konusu teori toplumsal yapımıza, siyasetin seyrettiği hakiki mecraya uymuyor. Bir fikrin veya dini cemaatin referansı “din”dir diye siyasi fikir beyanından engellenmesi veya sistem dışı tutulması, “dinin kendisinin doğası gereği zararlı, kötü şey” olduğu anlamına gelir. Bu hem özcülüktür hem dine karşı işlenebilecek en büyük suç ve günahtır. Dahası dindarlara zulüm ve haksızlıktır. Din insanların ve toplumun hayatını hakka, hakkaniyete ve adalete dayandıran fonksiyonlar görmüyorsa, dünyevi ve uhrevi kurtuluşun yol haritasını gösteremiyorsa sebeb-i hikmetini, temel iddia ve anlamını kaybetmiş demektir.


Ali Bulaç'ın yazısının tamamını buradan okuyabilirsiniz.