Celalettin Can'ın utandıran mektubu...
"Belden aşağı" vurmadan önce sormamışsınız, ama ben yine de size kendimi anlatmayı deneyeceğim.
ADNAN BERK OKAN
başlığı altında yayımlanan makaleme
Celalettin Can’dan beni utandıracak kadar yüksek
seviyeli bir cevap geldi…
Cevabının altına telefon numarasını da bırakmış, aramam için bir
nevi mesaj vermişti…
Hem cevap yazdım, hem telefon ettim…
Telefonda çok ilginç şeyler söyledi…
En önemlisi cinayetten yargılandığını ama o suçlamadan beraat
ettiğini mahkumiyetin ise örgüt üyeliğinden verildiğini
anlattı…
“Elimde hiç kimsenin kanı yok” derken ses tonu
beni çok duygulandırdı…
Benim aldığım bütün bilgileri o ses tonu öyle bir yalanlıyordu ki;
yargılandığı dosyada ne yazdığı artık umurumda bile değildi…
Neyse…
Amacım yaptığım ayıbı hafifletmek değil…
Nitekim telefonda ve verdiğim cevapta; cinayetten yargılandığına
ilişkin yazdıklarım hariç diğer bütün cümlelerimi sahiplendim…
Onlar düşüncelerimdi ve bugünlerde değişmesi mümkün değildi…
Ama cinayetten mahkum olduğuna ilişkin bilgimi birçok kanaldan
doğrulattığım halde; hiçbir ses tonu “elimde hiç kimsenin
kanı yok” diyen onun ses tonu kadar
“doğrucu” olamazdı…
Efendim;
Aşağıda Celalettin Can’ın mektubu…
Daha sonra da benim kendisine verdiğim cevap var…
Bu arada cevabımda yazmadığım ama telefonda söylediğim bir
tespitimi de sizlerle paylaşmadan duramayacağım…
Okuyacaksınız…
Mektubumun bir yerinde şöyle dedim:
Şehit analarının, evlatları adına herkesi affetmeleri için elimden gelen gelmeyen her şeyi yaparım ama onlardan bir tek şey isteyemem:"Onların acılarını ve onlara o acıları yaşatanların kimler olduklarını unutmalarını"...
İşte bu görüşümü asla değiştirmeyeceğimi hatırlattıktan
sonra “çünkü” deyip devam ettim:
“Unutup affetmek değerli değildir. Bir insana çektiği
acıları ilâçlarla da unutturabilir ve kendisine acı çektireni
affettirebilirsiniz ama o affın hiçbir değeri yoktur… Asıl olan hem
hatırlamak, unutmamak ama hem de buna rağmen affetmektir… hem
unutmayan ama hem de affeden insan kâmil insandır”…
Efendim; sevgili Celalettin Can’ın beni çok utandıran mektubu aşağıda…
Adnan Bey,
Sizi gerçekten tanımıyorum. Bir gazeteci arkadaşım haber
verene kadar yazdığınız yazıdan da haberim yoktu. Benim 70'li
yıllarda en ileri konumum İst DEV-Genç başkanıydı, herhalde bundan
hareketle hiç ilgim olmayan iddialarda bulunmuşsunuz. Hukuk yoluna
başvurduğum takdirde bayağı başınızı ağrıtacak iddialar. Ama buna
gerek yok...
Benimle ilgili demek ki algınız bu diyeceğim ve herhangi bir yazı
yazmadan önce sizin o izleyen dostlarınız da dahil, kabul
buyurursanız gelip kendimi size anlatmak istiyorum (70'yıllarda
yaşadığım her şeyin arkasında olduğumu belki 100 kez kamuoyunda
tekrarladım, 70'li yılları bu topluma anlatmak ve 'sol’ toplumu
geçmişiyle barıştırmak ve 12 Eylül darbecilerini yargılatmak için
birde 78'liler kurdum, yani gizli saklı bir şey yok benim özel
tarihimde ).
Şunu da bilmenizi isterim ki Akil işine girmek için kendim herhangi
bir çaba içine girmedim. Beni buna önerenlerde kabul edenlerde
herhalde kim ve ne olduğumu, ne tür katkılarda bulunup
bulunmayacağımı gayet iyi biliyorlar.
Toplantılarımızı izleyin görüşlerimi en açık şekliyle söyleyen bir
insanım. Yani kaygım 'aman aman akil işi uçacak' değil, kimseden
kaygım korkum olmayacağını da tanıyan herkes bilir, ama siz
gerçekten beni tanımıyorsunuz, gerçekten "belden aşağı" vurmadan
önce sormamışsınız, ama ben yine de size kendimi anlatmayı
deneyeceğim.
Şu an Kırşehir - Yozgat'a gidiyorum. 2 veya 3 mayıs öğleden sonra veya 2 mayıs gecesi boş görünüyor. Cevabınızı bekliyorum.
Saygılarımla
Celalettin Can
Az sonra okuyacağınız mektubu da ben yazdım sevgili Can’a…
Değerli dost;
Sizin kadar uzun süre cezaevinde yatmadım ancak o rutubetli duvarlar arasında benim de 81 günüm geçti; bu nedenle cezaevinde yatmış olmak da yargılandığınız konu da umurumda değil.
Ne var ki cinayet suçlamasıyla yargılandığınızı biliyor olmaktan kaynaklanan biraz da şu sürecin saçma sapan ideolojik takıntılar yüzünden baltalanacağı kuşkusuyla yazılmış bir yazıydı.
Beni tanımadığınız belli...
Tanısaydınız; çok uzun yıllardır bu vahşi savaşın iki tarafı da (Devleti/TSK'yı) da nasıl rezilleştirdiğini, barbarlaştırdığını insani duygulardan uzaklaştırdığını anlatan yazılarımı da hatırlardınız.
Türkiye'de, "şehit analarının duygularıyla ülke yönetilmez" diye yazan ilk Türk'üm...
Ama aynı zamanda "bırakın şehit anaları hiçbir şeyi unutmasınlar ama siz onlara affetmeyi öğretin" diyen de benim.
Tam da şehit analarının bağırlarına taş bastığı ama Öcalan'dan nefret etme hak ve özgürlüğünü de doyasıya yaşamak istediği bir süreçte sizin onlardan ikinci ve asla başaramayacakları bir fedakârlığı istemiş olmanız beni korkuttu...
Evet; "korkuttu"...
Değerli dost;
Bu süreç mutlaka başarıya ulaşmalı...
Bu süreç mutlaka mutlu sonla bitmeli...
Bu süreç mutlaka tarafların silahların gölgesinden kurtuldukları bir ortamda devam etmeli...
Aksi halde ne Türkler ne de Kürtler; İrlandalılara ve İspanyollara benzerler...
Türklerin de Kürtlerin de yeryüzünde en çok bekledikleri iki "ırk" vardır: Sırplar ve Hırvatlar...
Bilmem anlatabildim mi?..
Sizi üzdüğüm için ben daha çok üzüldüm ama ödeştik...
Çünkü bu süreçte, şehit analarının tek özgürlükleri Öcalan ve gerillaya "katil" diyebilmektir...
Onların o özgürlüklerini ellerinden almaya çalışan herkes de beni üzmeye devam edecektir.
Şehit analarının, evlatları adına herkesi affetmeleri için elimden gelen gelmeyen her şeyi yaparım ama onlardan bir tek şey isteyemem:"Onların acılarını ve onlara o acıları yaşatanların kimler olduklarını unutmalarını"...
Bu kadar deneyimden sonra siz de biliyorsunuzdur ki, affedebilmek için unutmak şart değildir...
Gözlerinizden öperim...
Adnan
adnanberkokan@gmail.com