Can Dündar

Cumhuriyet

Benim yaş kuşağım “Penfriend” modasını iyi bilir. Bir dönem, İngilizce öğrenmenin en iyi yolu, yurtdışından mektup arkadaşı edinmekti. Onlarla yazışarak dil geliştirilirdi. Buna aracılık eden  kuruluşlar, dünya gençleri arasında adres değiş tokuş ederdi. Facebook’un öncülüydü belki…

Deniz’in de 17 yaşındayken, dört “Penfriend”i vardı. Ravalpindi’den Baby Maudud... Berlin’den  Gabriele… Belçika’dan Jeannine… Ve Buenos Aires’ten Teresita...

Deniz, Bilir Koleji’nde geliştirdiği  İngilizcesiyle onlarla yazışıyor, fotoğraf istiyor, fotoğraf gönderiyor,  gelen renkli kartpostalları, mektupları, fotoğrafları saklıyordu. O mektuplar, Deniz’in infazından sonra  yıllarca annesinin sandık odasında, bir çamaşır sepetinin içinde, torbalara sarılı şekilde muhafaza   edildi. Annesi, oğlunu özledikçe o mektuplarda parmak izlerini aradı; satırları okşadı, sevdi.

Sonra mektupları Hamdi Gezmiş devraldı. Aslında bunlar, Deniz’in yazdıkları değil, ona gelenlerdi. Bir  kısmında yüzeysel sohbetler olsa da bir kısmında politik tartışmalar vardı. Örneğin, Arjantinli  Teresita’dan gelen 13 Eylül 1964 tarihli mektuba, Deniz’in Amerikan aleyhtarlığı damgasını vurmuş. Tarihin, tam da Kıbrıs’ta “Johnson mektubu krizi” sonrası olduğunu hatırlatıp okuyalım:

Sevgili Deniz, Seni tanıdığıma memnunum. Sanırım yakışıklı birisin. Ama seni anlamıyorum. Neden Amerika’yı sevmiyorsun? Sizin ülkeyle araları kötü mü? Burada, Arjantin’de birçok insan, emperyalist oldukları için Yankileri pek sevmiyor. Ama bu insanlar komünist... Komünistler, Yankileri  sevmez. Sen de komünist misin?

Arjantin’de kimse komünistleri sevmiyor, çünkü onlar insanların özgürlüğünü ellerinden alıyor. Biz,  Küba’da olanlardan hoşlanmıyoruz. Küba’yı daha önce hiç duydun mu?

Öğrenim için Amerika’ya  gidebilsen sevinirim. Senin için daha iyi olur. Oradan döndükten sonra ülkene yardım edebilirsin.

Sürprize bak ki, şu anda bizim evde kalan bir Yanki kız var. Buna ne dersin? Bence bu, bir ülkeyi  tanımanın en güzel yollarından biri...

Ben bir Yankinin nasıl biri olduğunu öğreniyorum, o da Arjantinli bir kızı tanımış oluyor. İkimiz de birbirimiz üzerinden ülkelerimiz hakkında fikir ediniyoruz. Bu iyi değil  mi? Senden en kısa sürede cevap gelmesi umuduyla... Her zaman senin Teresita’n…

Sevgili Deniz, Benden fotoğrafımı istemiştin, ama bu isteğini geri çevirmek zorundayım çünkü sadece bir tane fotoğrafım var. Fotoğrafların hepsi eski ve bence sen, yeni bir fotoğrafa sahip olmak  istersin.

Üzülerek söylüyorum ki ne Türkiye ne de Türkçe hakkında bilgim var. Sen Türk tarihini    sever misin? Ben Alman tarihini sevmem. Ayrıca bence birçok Alman, dost canlısı değil. Pek çoğu diğer erkekler gibidir. Ama Alman kızları hakkında kötü düşünmemelisin. Bazıları kötü olabilir, ancak çok iyi olanları da var. Ve umuyorum ki, benim son gruba dahil olduğumu düşünüyorsundur.

Tenis oynar mısın? Ben çok severim. Yüzmeyi de çok severim, ancak Berlin’de deniz yok. Sadece  nehirler ve kirli göletler var. Yaz aylarında ailemle birlikte 14 günlüğüne Kuzey Denizi’ne gideriz. Ama çoğunlukla buranın havası soğuk oluyor. Türkiye gibi yılın büyük çoğunluğunda havanın sıcak olduğu bir coğrafyada yaşamak muhtemelen hoşuma giderdi.

Bugünlük yazabileceklerim bundan ibaret. Senin sevgili Gabriele’in…

Gabriele’nin peşinde Berlin’e…

Hamdi Gezmiş’in oğlu, Deniz Gezmiş’in yeğeni Can Gezmiş’le, hiç görmediği amcasından kalan kartpostallara, mektuplara bakarken merak perisi dürttü; o mektup arkadaşlarını bulma sevdasına düştük.

Acaba şimdi neredelerdi? Deniz’in akıbetini biliyorlar mıydı? Asıl önemlisi; onlar da İstanbul’daki bu yakışıklı gençten gelen mektupları, fotoğrafları saklamışlar mıydı?



Adresler zarfların arkasında yazılıydı. Can, Almanya’daki mektup arkadaşının ismini Google’a yazınca Berlin’de aynı isimde bir kadına ulaştık. Adresi araştırdık. İnanılmaz ama gerçek: Gabriele, hâlâ aynı adresteydi.

Almanya’daki bir dostumuz aracılığıyla randevulaştık ve Deniz’in yarım asır önceki mektup arkadaşıyla buluşmak üzere Berlin yoluna düştük.

Görülmeye değer bir sahneydi: Şimdi 60’lı yaşlarının ortalarında olan Gabriele,
buluşacağımız kafeye gayet şık bir elbiseyle ve merakla geldi.

Şansımıza, evlendiği halde soyadını değiştirmemiş, anne babasını kaybettikten sonra da onlardan kalan eve yerleşmişti. Onu bu sayede bulabilmiştik. 50 yıl önce bir zarfa koyup İstanbul’a yolladığı gençlik fotoğrafını gösterdik. İnanamadı.

Sonra 14 yaşında yazdığı mektupları aldı; mavi mektup kâğıtlarına yeşil renk mürekkepli kalemle yazdığı satırları inceledi. O yıllara gitti; hüzünlendi, gülümsedi. “Kiminle  yazıştığınızın farkında mısınız” diye sorduk.

Değildi. O mektup arkadaşının kim olduğunu da bilmiyordu; ona ne olduğunu da… Anlatınca şoke oldu.

Bizim aklımız ise, asıl peşinde olduğumuz şeydeydi: “Peki ondan size gelen mektuplar, fotoğraflar? Onları sakladınız mı?”

“Maalesef” diye boyun büktü Gabriele… Bütün mektupları atmıştı. Hayal kırıklığımızı tahmin edersiniz.

Gabriele, “Çok mu önemliydi” diye sorunca Can, cevabı yapıştırdı: “Che Guevara ile mektuplaşıp sonra mektupları yırttığınızı düşünün; işte öyle bir şey…”

 

Buraya uzun bir alıntı ile aldığımız satırlar, Cumhuriyet yazarı Can Dündar'ın "Deniz Mektupları" isimli yazı dizisinin bugünkü bölümünden. Can Dündar, sadece "romantik isyankar" olarak anılmasına sebep olan güçlü kalemiyle değil, aynı zamanda bir belgeselci titizliği ile araştırmacı gazeteciliği birleştirmesi ile de ilginç bir habere imza attı. Türkiye'nin bir dönemine adını derin bir şekilde kazımış olan Deniz Gezmiş'in insani yanına dair çok çarpıcı bir ayrıntıyı bizlerle buluşturdu. Bu çarpıcı yazı dizisi ile de günün muhabiri olmayı haketti.