Birçok noktada sana itirazım var Ertuğrul...

Fethullah Gülen’e Edirne’de küçücük, tek katlı bir evin dokuz metre karelik kireç badanalı odasında itiraz edişim ve o güne kadar kıldığım beş vakit namazdan vazgeçişim....

ADNAN BERK OKAN

Sevgili Ertuğrul;

Bugünkü Hürriyet’te yayımlanan makalene başlık olarak “Seks düşkünü bir Filistinli” demeyi tercih ediyorsun…

Aynı filmi senden istedim ve gönderdin…

Ben de izledim…

Ama…

Filmin birincil karakteri Arafat’a “Seks düşkünü bir Filistinli” olarak bakmadım…

Adı bile mizah bence…

Rahmetli Yaser’den geliyor…

Ve…

Yaser Arafat için uydurulan dedikoduları hatırla lütfen…

Neyse…

Ben de senin yaptığını yapacak o konuya sonradan geleceğim…

Önce sana hak verdiğim bölümlerden bir göz atalım birlikte…


Ki...

İlkokul birinci sınıftan lise son sınıfa kadar her yıl ve hem de en yakın sınıf arkadaşları arasında en az birkaç Musevi olan biri olarak en çok katıldığım tespitlerinden biri şu cümlen:

“Türkiye'de Yahudi olmak kolay bir hayat değil”.

Evet Ertuğrul…

Kolay olmadığı gibi çok zor…

Ben bunu daha onlu yaşlarımdayken bizzat yaşayarak öğrendim…

En yakın ve çok sevdiğim arkadaşlarımın Musevi olması ailemden değil ama yakın camii cemaati arkadaşlarımdan sürekli tepki görmeme sebep oldu…

On üç yaşımın sonlarına geldiğimde beni aralarına sokmayan, “Pis Yahudi sen de!” diye aşağılayan arkadaşlarım bile oldu…

Ve Ertuğrul…

Fethullah Gülen’e Edirne’de küçücük, tek katlı bir evin dokuz metre karelik kireç badanalı odasında itiraz edişim ve o güne kadar kıldığım beş vakit namazdan vazgeçişim işte o döneme rastlar…

Gülen’e neden mi itiraz etmiştim?..

 

Anlatayım…

Tam hatırlayamıyorum ancak yıl 1964 ya da 1965 olmalı…

Eylül ayının ilk haftası olduğundan ise eminim çünkü ondan sonraki hafta okullar açılmıştı…


Bak Türkiye’ye Ertuğrul…

Günümüz Türkiye’sinde dostluklar; karakter, kişilik, temizlik, dürüstlük, iyi ahlâk üzerinden kurulmuyor…

Adına ne kadar “dostluk” denir bilemem ama aidiyetler, ideoloji, kimin ya da hangi siyasi kurumun yanında durulduğu üzerinden kuruluyorarkadaşlıklar…

Salt “Ortak çıkarlar” üzerinden…

Taha Akyol meselâ…

Ya da Nazlı Ilıcak…

Veya Mehmet Altan, Hasan Cemal, Cengiz Çandar…

Ve hatta…

Mümtazer Türköne ile Ekrem Dumanlı (Kişiselleştirmiş olur muyum bilmiyorum ama ben de aynen onlar gibi)…

Bu saydığım isimler siyasal iktidara gönül veren gazeteci/yazar ve siyasetçilerin en çok sevip saydıkları gazeteci/yazarlar değil miydiler?..

Peki ya bugün?..

Bugün de yine eskiden olduğu gibi sevilip sayılıyorlar mı?..,

Neredeeee?...

Bugün en çok onlara küfür ve hakaret ediyor “İslamcı Medya”…

Hepsi de daha “dün” denilecek kadar kısa bir zaman öncesine kadar Başbakan ve çalışma arkadaşlarının en samimi destekçilerinden değil miydiler?..

Ve…

Seçim günü sandık başına gittiklerinde çok büyük ihtimalle ve hatta kesinlikle (hepsi değilse de birçoğu) Ak Partili adaylar için kullanmayacaklar mı oylarını?..

Ama söyler misin Ertuğrul?..

Artık bu değerli yazarlarımız Erdoğan ve destekçisi yazarlar tarafından “dost”olarak tanımlanabiliyorlar mı?..

Kırklareli Büyük Camii imamı ve herkesin sevip saydığı vaiz Abdülhamit Hoca (Allah uzun ömürler versin) aralarında benim de olduğum beş vakit namaz kılan bir gurup delikanlıyı Edirne’ye götüreceklerini söyledi...

Ertesi gün, bizim mahalleden 5-6 kişi (yaşça en küçükleri bendim) çarşıda bizi bekleyen bir minibüse bindik, Edirne’ye gittik.

Önce Selimiye sonra da Üç Şerefeli camilerini gezdik.

Camii ziyaretleri bitince -hatırımda kaldığı kadarıyla- adı Kıyık olan bir mahallede; Selimiye Camii’nin arka sokaklarından birindeki küçük bir eve götürdüler bizi.

En büyük oda sanırım dokuz metre kareden büyük değildi.

Duvarlar kireç badana yapılmıştı ve pencereleri küçücüktü.

“Fethullah (Gülen) Hoca” adında bir vaizi dinleyeceğimiz söylendi...

Fazla beklememize gerek kalmadan, Hoca Efendi geldi...

Fotoğraf hafızam çok iyi olduğu için, Gülen'in o günkü hali halen gözlerimin önünde...

Parlak siyah saçları hafif ortadan sağa doğru ayrılmış ve düzgün biçimde arkaya taranmıştı.

Beyaz bir teni vardı...

Tertemiz yüzünden güler yüzlü bir tevazu yayılıyordu küçük odaya...

O dönemin modasına göre kalın sayılabilecek siyah bıyıkları bile yüzünün temizliğini bozmuyor, görene daha ilk bakışta güven veriyordu.

Konuşmaya başlamasını beklerken, arkadaşlarımdan biri kulağıma hocanın Tom Miks’e (çizgi roman kahramanı) benzediğini fısıldadı.

Ağızlarımızı elimizle kapatıp gülüştük.

Tom Miks’in saçları da öyle ortadan ikiye ayrıktı!


Ve Fethullah Hoca başladı konuşmaya...

Ama ne konuşmak!

Konuşmuyor adeta ağzından bal damlıyordu...

Öyle güzel şeyleri, öyle berrak bir ifadeyle söylüyordu ki...

Derken; sözü beklenmedik şekilde kiralık (veya satılık) evlere getirdi.

Bizler de ağzının içine düşecekmiş gibi bekliyorduk “Bakalım ne söyleyecek” diye.

 “Kiralık veya satılık bir ev ihtiyacınız olsa, önce perdelerine bakarsınız... Eğer evin perdeleri yoksa bilirsiniz ki o ev satılık ya da kiralıktır...”

Eh, doğru söze ne denir?..

Bir evde perde yoksa “herhalde burada kimse oturmuyor” diye düşünmemiz doğaldı...

Ve hoca devam etti:

“İşte; saçı, başı açık gezen, kısa kollu elbiselerle sokağa çıkan ve helâli olmayan erkeklere görünen kadınlar da aynı o perdesiz evler gibi kiralık veya satılıktırlar...”

 

İşte bu olmaz!..

Olmaz çünkü benim iki halam vardı...

Biri otuz yaşlarında diğeri ise henüz on yedisinde...

Ve annem...

O da henüz otuzuna yeni basmıştı.

Halalarım başörtüsüz gezdikleri gibi, sokağa japone kollu (o zamanlar kolu dirseğin biraz üzerine kadar açık olan kadın elbiselerine sanırım böyle deniyordu) elbiselerle çıkıyorlardı.

Anneciğim ise sokağa pardösü veya manto giymeden çıkmıyor ama saçının en az yarısı açıktı.

Yani; onun da saçları görünüyordu!..

Halalarım değil ama anneciğim o yaşında da 5 vakit namazını aksatmadan kılıyordu.

Evimize erkek misafir gelince ise başı açık ve kısa kollu elbise ile oturuyordu.

Öyle “kaç-göç” yoktu bizde!

Bütün bunların kafamdan geçmesi ve karar vermem 5 saniye ya sürdü ya sürmedi.


Ayağa kalktım:

“Benim annemle halalarım da mı satılık veya kiralık?” diye sert bir ses tonuyla sordum.

Ama hoca efendi hiç kızmadı.

Yüzünde öfkeden zerre yoktu.

Yumuşacık ve insanın içini ısıtan, ne söylerse söylesin ikna etme gücüne sahip olduğundan emin bir ses tonuyla:

“Sen onlara bu dinlediklerini anlatırsın; onlar da günaha girmekten kurtulurlar” dedi.

Ama susup yerime oturamadım...

Evden çıkıp, dışarıda bekleyen minibüse gittim, beklemeye başladım.

Uzunca bir süre sonra, Abdülhamit Hoca ve bizlere namazı ve camii sevdiren radyocu Ali ağabey ile birlikte arkadaşlarım da çıktılar.
Ve...

Hepsi de bana kızdılar...

En çok da benden sadece iki yaş büyük ikiz amcalarım bağırıp çağırdılar bana…

Yani; benim halalarım onların ise ablalarıydı Vaiz (Fethullah Gülen) tarafından “satılık/kiralık kadın“ sınıfına sokulan…

Yani…

Vaiz’e benden daha çok onların kızmaları ya da kırılmaları gerekiyordu…

Ama…

Onlar Vaiz’e değil bana öfkelenmişler, gelmelerini beklediğim minibüsün kapısından binerlerken bana bağırıp çağırmışlardı kendilerini “rezil” ettiğim için…

Kırklareli’ne döndük ve ben bir daha uzun süre camiye gitmedim.

Namaz da bitti, müezzinlik de...

 

Demek istemem o ki Ertuğrul…

“Kendine pay çıkarıyor” diye düşünmeyeceğini bildiğim için rahatlıkla söyleyebilirim ki; Edirne’de koyduğum tavrın Fethullah Gülen’e ondan sonra verdiği vaazlar konusunda örnek teşkil ettiğine inanıyorum.

Ben çocuksam kendisi de henüz delikanlı (26 veya 27 olmalı) yaşındaydı.

Başka bir yerde, benimkine benzer bir tepkiyle karşılaşmış mıdır bilmiyorum…

Ama…

Sanıyorum ki o günü ve bu “asi çocuğu” halen hatırlıyordur.

İster sev, ister sevme Ertuğrul…

Fethullah Hoca (Başbakan aksini düşünse, “terör örgütü lideri, Haşhaşi” dese de) artık tüm dünyada, İslâm dininin (ve hatta tüm dinlerin) bir barış ve insaniyet kurumu olduğunu anlatan; hiç kimsenin dinine, inancına ve yaşam tarzına karışmayan mükemmel bir Müslüman olarak tanınıyor...

Müslümanlığın tüm şartlarını yerine getiremeyen ama Allah’a ve İslâmiyet’e yürekten inanan insanları takaza etmiyor...

Aksine; içinde bulunduğumuz çağın gerçeklerine ve herkese karşı hoşgörülü...

Tüm dinlere de eşit mesafede duruyor...


Yani Ertuğrul…

O dönemin ceberut Devleti, Fethullah Gülen’e olgunluk dönemlerinden itibaren hoşgörülü ve destek olsaydı sanırım bu gün Müslümanlık hak ettiği yeri bulurdu.

Sadece ülkemizde değil, Müslümanlığın doğduğu topraklarda ve diğer komşularımızda da İslâm terörle değil, “insan sevgisi ve barış” ile anılırdı.

Oysa bu gün olan bitenleri hep birlikte görüyoruz…

Bir yanda erkeklerle omuz omza ve başı açık namaz kılan kadınlar takaza edilirken; diğer yanda ise İslâm’ı inandığı gibi yaşamaya çalışan, inandığı gibi başını örten kadınlarımız kamu kurum ve kuruluşlarından (Halen ve hem de “En Müslüman” geçinen iktidar döneminde bile) dışlanıyorlar.

Bu açıdan bakıldığında Fethullah Gülen’in sunduğu “Yeni İslamiyet”in desteklenmesi gerektiği kanaatindeyim.

Fethullah Gülen’i “öcü” gibi görmek niyetinde ve hatta önyargısında olanlara, bir de bu pencereyi kullanmalarını öneririm…

 

Şimdi de filme geleyim Ertuğrul…

Meselâ yan odada Arafat şişme kadınla sevişirken babasının namaz kıldığı sahne komik değil kara mizahtı…

Sen bugüne kadar herhangi bir Türk film yönetmeninin (“Devrimci” olarak kabul edilse ve hatta Ateist olduğu bilinse de) buna benzer bir sahne çektiğini, çekebildiğini hatırlıyor musun?..

İyi ama Ertuğrul;

O tür sahneleri sinemalarında çekilmiyor diye Türkiye’deki milyonlarca Müslüman evinde o olayların aynılarının yaşanmadığını söyleyebilir miyiz?..

Söyleyemeyiz…

Neden?..

Çünkü…

Asya’da İslamiyet yasaklar üzerine bina ediliyor…

İyi ama…

Amerika’da yetişmiş, Amerikan kültürü almış bir Filistinli Müslüman’a nasıl anlatacaksın bunu?.

Aslında İslamiyetin ilk 40 yılı; bugün senin de düşündüğün gibi yaşanıyordu…

Yani…

Özgürlüklerin alanı, yasakların/günahların alanından fersah fersah daha geniş…

Neden?..


Çünkü…

Özgürlük alanı yasaklarla kısıtlanmış; duyguları, inançları, arzuları bastırılmış insanların dini idi İslâmiyet…

Başkaldırının (Gezi Parkı Protestocuları 1450 yıl önce yaşasaydılar mutlaka Hz. Muhammed’in yanında yer alırlardı meselâ) ve başkaldıranların dini idi...

Hadi daha açık söyleyeyim: İsyankârların, itirazcıların…

Kız çocuklarının diri diri toprağa gömülüp de öldürülmesine isyan edenlerin dini idi…

Yani Ertuğrul...

Filmi izlerken elbette çok güldüm ama bir yandan da acı acı düşündüm...

Böyle bir dinle, din anlayışıyla demokrasi mümkün mü?..

Modern hukuka bağlı kalmaya ve haliyle hukuk devletini kabullenebilmeye imkân var mı?..

Dini ritüelleri hariç hemen her şeyleri; yani inançları, müzik zevkleri, sanata bakış açıları ve spordan anladıkları da aynı olan bu insanları (Müslümanları ve Musevileri) birbirlerine düşman belleten dinle ne kadar yakalayabiliriz barışı?..

Fethullah Gülen’in en çok eleştirilen eylemlerinden biri Vatikan’da Papa ile görüşmesi değil mi?.

Musevi Cemaati ile kol kola geziyor oluşu, Musevi Cemaati’ne duyduğu sevgi ve saygı değil mi?..

Bu bile benim siyasal iktidardan daha çok Cemaat’e destek veriyor oluşum için yeterli sebeptir…

Ve Ertuğrul…

Bana “Mevcut iktidarın İslâmiyet anlayışını mı yoksa Cemaat’in İslâmiyet anlayışını mı tercih edersin?” diye sorsan hiç düşünmeden “Cemaat’in İslâmiyet anlayışını tercih ederim” diye cevap veririm…

Sonra da arkasından devam edip:

“Peki, gerçekten de Cemaat seçilmiş milletvekillerinden oluşan Meclisin güvenoyunu verdiği Hükümeti devirmek için yargıyı, emniyeti ele geçirmişse ve darbe yapmaya girişmişse kimden yana tavır alırsın?” diye sual edersen de hiç düşünmeden “Hükümetin yanında yer alırım” derim…

 

Sevgili arkadaşım;

Filmin adı “Evlilikten sonra barış…”

Bence müthiş bir mana…

Mükemmel bir mesaj…

Müslümanlarla Museviler (Kişisel olaraktan da öte toplum olarak) evlenebilseler birbirleriyle; inan işte o zaman “Kalıcı Barış” da sağlanacak…

Ama evlenemiyoruz…

Bir araya gelemiyoruz ki evlenelim…

Bir araya gelenlerin başına neler geldiğini çok güzel anlatıyor film…

Ve şu sahne…

Arafat annesine “ben evleniyorum” diyor...

Annesi soruyor:

"Kız Filistin'den mi?"
...

Arafat cevap veriyor:

"Biz Filistin diyoruz ama onlar başka şey diyor"…

Bana göre filmin en anlamlı diyaloglarından bşiriydi...

Muhteşem bir yaklaşımdı…

Yunanistan’a gitmişsindir mutlaka…

Orada da herkes bizim İstanbul’umuza “Konsantinopolis” diyor…

Çünkü onlar için İstanbul halen Konstantinopolis

“Topkapı” filmini hatırlıyor musun?..

Filmin müziğinde “İstanbul” ile “Konstantinopolis” isimleri birlikte geçiyordu…

Yunanlıların İstanbul'a "Konstantinopolis" demeleri umurumda bile değil...

Zira...

Biz de onların "Komotini" dedikleri kente halen "Gümülcine" diyoruz...
Onların Xhanti'si bizim İskeçe'miz...
 

Demek istemem o ki…

Film tabii ki güldürüyor…

Ama ben filmin daha çok kara mizah türüne örnek olduğunu düşünüyorum.

Woody Allen’in Sisler ve Gölgeler’i kadar kara mizah hem de…

Veya Coen Kardeşlerin Barton Fink'ini...

Ghazi ve Bandar Albuliwi kardeşler nasıl ki Müslümanlar ile Museviler arasında aslında olması gereken yakınlaşma yerine zıtlaşmayı anlatıyorsa, Coen Kardeşler de Barton Fink'te Hollywood ile Broadway  arasındaki çelişkileri anlatırken aynı zamanda seyircileri gülmekten kırıyorlardı...

Filmi izledikten sonra düşündüm de…

Önce kendi halkıma baktım…

Tabii ki “Müslüman” olanlarına…

Ve…

Bizi bu hale getirenin demokratik laikliğin gerçek manasını bilmeyen ya da işine geldiği gibi yorumlayan kültür anlayışı olduğuna karar verdim.

Yıllarca laikliği demokrasinin vazgeçilmezi değil, cumhuriyetin dayatması olduğunu zannedip laik sistemi dinsizlik olarak algılayanlar nasıl ki inançların yer altına girmesine ve oradan yalan yanlış büyümesine sebep olduysalar…

Bugün de laikliği aynen onlar gibi dinsizlik olarak kabul eden şeriatçı zihniyet te laik sistemi yıkmak için giriştikleri bu politik eylemleri nedeniyle milyonlarca makul insanı yer altına ittiklerinin farkında (Belli ki) değiller…

 

Ve son olarak…

Evlilikten sonra barış filminin Türkiye’de gösterime girmesini çok isterim…

Evet…

En çok da Başbakan ve yakın çevresinin mutlaka izlemesini isterim…

Başka?...

Meselâ Şahan Gökbakar mutlaka izlemeli…

Komedi ya da mizahın nasıl yapılacağını öğrenmeli…

Başka?..

Prof. Hayrettin Karaman başta olmak üzere bütün ilahiyatçılarımızın izlemelerinde fayda olduğuna inanıyorum…

Ve tabii ki; iktidar yandaşı, Musevi (Yahudi/İsrail Halkı) düşmanı bütün gazeteci/yazarların da izlemelerini arzularım…

Ki…

Müslümanı Müslüman’a düşman eden tavırları o zaman belki biraz yumuşar…Sevgi dolu saygılarımla değerli dostum...
Adnan...

adnanberkokan@gmail.com