Bir annenin ölümüne tanıklık etmek...
“Eşhedüen la ilahe illallah ve eşhedüenne Muhammeden abdühü ve resulühü” derken bir çizgi gibi görünen gözlerini açmaya çalıştı...
ADNAN BERK OKAN
17 Ekim 1977…
İstanbul, Okmeydanı SSK Hastanesinin özel odalarından birindeyiz…
Gözlerimi okumakta olduğum kitaptan ayırıp babaanneme baktığımda yılların bütün acımasızlığını buruşmuş yüz hatlarında taşıyan yaşlı bir bebek gibi uyuyordu.
Ne büyük çelişkiydi bu böyle: “Yaşlı bir bebek...”
Demek ki insanların yaşlarını ortadan kaldıran tek eylemsiz eylemdi uyku...
Bebekler yaşamadıkları yılların temizliği ve tazeliğini taşırken yüzlerinde; yaşlılar geride bıraktıkları uzun yılların çilesi, kederi, acısı ve kahreden yıpratıcılığında; avuç içinde buruşturulmuş kuru bir kâğıt parçası gibiydiler.
Ben istemiştim babaannemin yanında refakatçi olarak kalmayı.
Üç gün önce altmış üç yaşını bitirmişti...
Tabii ki kesin olarak öyle olduğunu bilmiyorduk…
Nüfuz cüzdanına öyle yazdırmıştılar yıllar önce…
Çünkü doğumuyla ilgili bildiği tek şey, tütün kırımının sonuncusundan iki ya da üç hafta sonra doğmuş olduğuydu…
“Senin doğum günün 14 Ekim olsun” denilmiş, nüfus cüzdanına da öyle yazılmıştı: 14 Ekim 1914...
Susuz kalmış çorak bir toprağı andıran ince yüzü bütün kuruluğuna ve buruşukluğuna rağmen öyle sevimliydi ki. Göz çukurları derinleşmiş, boyasız gözaltları kararmıştı sanki.
Oysa hastaneye son yattığı güne kadar her sabah ilk yaptığı iş gözlerine sürme çekmek, saçlarını taramak, toplamak olurdu…
Kendisini izleyenler sormasa bile, çok sık kullandığı Kırcali (Bulgaristan’da bir şehir) şivesiyle, “Şaban Efendi beni bekler kızanım. İsterim orda da gençliimdeki gibi karşılasın beni” derdi gülümseyerek.
Daha önce de hastalanmıştı ama hastaneye yatmayı bir türlü kabul ettirememiştik.
Bu kez babam, “anne hakkımı helâl etmem” deyince direnmemişti.
Annem ve ben babama, “keşke daha önce hastalandığında da aynı şeyi söyleseydin” deyip gülüşmüştük...
Annemle benim söylediklerimi duymuş, sağ eli ile ağzını kapayarak o da katılmıştı küçük kahkahalara.
“O zamanlar söyleseydi de yatmazdım ki… Şaban Efendi bu defa ısrar eder, ‘gel artık seni çok özledim’ der”.
Hemen ellerine sarılmıştım:
“Babaanne o nasıl söz öyle, ağzından yel alsın”.
Titrek bir gülümseme yerleşen dudaklarını zorlukla açmıştı:
“Çok özlerim dedeni torunum… Elli yedi yaşında öldü… Ben ise kırk dokuz yaşımdaydım o öldüünde. Doyamadık birbirimize...”
Babaannem, yaşı elliye yaklaştığı (48) halde kendi gözüne halen çocuk gibi görünen oğluna (Babama) bakmıştı sevecen ama pırıltısı sönmüş gözlerle.
Sonra yine bana çevirmişti bakışlarını:
“Otuz dört yaşındaydı baban…”
Babam, annesinin üzerine eğilip alnından öpmüştü:
“Kaç yıl oldu babam öleli anne?”
Tavana bakmış, düşünür gibi yapmıştı.
“Çok yıl oldu be kızanım”…
Annem sormuştu bu kez:
“Kaç yıl oldu anne?.. Hatırlamıyor musun?”
Hiç bakmadı annemden yana…
Sanki o günleri yaşıyor gibiydi...
Dudaklarının titremesi arttı...
Gözlerindeki yaşlar da…
Babaannemin o anda kendisini bulutların üstünde dedemle el ele gezerken gördüğüne yemin edebilirdim...
“Atırlarım be yaa” dedi, “Atırlamaz olur muyum iç?”…
Aynı kısık ama sihirli sesiyle devam etti.
“Atta; beni en son öptüü günü bile atırlarım… Unutur muyum iç?”.
Babam elini koymuştu bu kez alnına gülümseyerek.
“Anne babam gibi konuştun…”
Gözlerini aralamıştı
Oğlunun “Babam gibi konuştun” deyişini duyunca dudaklarına belli belirsiz bir gülücük kondurduğunu, yıllar önce terk etmek için çabaladığı kocasının diline çok yakışan Kırcali şivesiyle konuştuğunu herkes fark etmişti.
Babam devam etmişti:
“Babamın seni nerenden öptüğünü de hatırlıyor musun Hacı anne?”
“Dudaamdan” demişti cılız, morarmış elinin işaret parmağını dudağının üzerinde gezdirerek.
“Dudaamdan… Aha şuracıktan öptü” diye tekrarlamıştı.
Sıkı sıkı kapadığı gözlerinin çukurlarına iki damla yaş düşmüştü eşzamanlı olarak...
Herkes duygulanmıştı…
Dedemle nasıl tanıştığını sormuştum bir gün de dalgın gözlerle anlatmıştı…
“İğridere'de (Aslı Eğridere... Kırcali'nin kasabası) aynı maallede otururduk… Çok güzel adamdı (Adam dediği henüz 24 yaşında)… Maallenin en güzel kızı Asibe'yle (Hasibe) evlenmişti ama kız deliydi… Evlendikten bi kaç hafta sonra Şaban Efendi onu boşadı… Tütün kırardık bi gün onların tarlada… Kırdıım tütünleri onun kucaana aktarırken göüslermi onun göüslerne değdirdiydim de ikimiz de titremiştik… Sonra da gelip istediler beni evlendik… Henüz on altı yaşımdaydım…”
Bunları düşünürken babam girmişti içeri…
Babaanneme bakmıştım…
Yine gözlerini aralamıştı…
Ne zaman babam gelse babaannemin hemen uyandığını fark etmiştim...
Sanki gizli bir iletişim vardı oğlunun varlığıyla onun duyguları arasında.
“Oj geldin, oj geldin” deyip babasına yanağını uzattı.
Âdetiydi...
Babam kendini öptürmez o öperdi herkesi...
Bana, “Hacı annem nasıl bugün?” diye fısıldayarak sordu…
“Daha iyi gibi” dedim...
Bu arada babaannem oğlunun o fısıltı halindeki sorusunu bile duymuştu.
“İyiyim be kızanım çok iyiyim em de” derken, sesine güçlü bir ifade yükledi. Bilhassa oğlunun kendisinin hasta olduğunu anlamasını hiç istemezdi. “Maşallah sesin de çok gür çıkıyor” desin diye canını o anda bile verebilirdi.
“Benim sülalem tosbaa cinsi be kızanım, biz kolay beri can vermeyiz” dedi yine güldüğü görülmesin diye ve her zaman olduğu gibi bir eliyle ağzını kapatmaya çalışarak.
“Bak, babam ne getirdi?” dedim dedemle ikisinin siyah beyaz büyütülmüş fotoğraflarını yüzüne yaklaştırıp…
Başını hareket ettirmeden sadece gözlerini çevirdi...
Sorar gibi baktı önce...
Sonra başını biraz daha döndürdü benden yana...
Gözleri parladı, canlandı...
Gülümsedi…
Gözlerini kırpmadan fotoğrafa bakarken babaannemin kendisiyle barışık, kendisini seven, güvenen bir kadın olduğunu düşündüm...
Bu arada babam annesinin üzerine eğildi...
İki yanağından ve alnından öptü...
O da oğlunun başını iki eli arasına alarak okşadı…
Ana oğula bakarken, “canım babaanneciğim” diye fısıldadım...
Babaanem dudaklarını babamın kulağına yapıştırdı.
“Babanı çok sevdim kızanım… O benim sevdalımdı, ben de onun sevdasıydım” dedi…
Su istedi.
Hemen komodinin üstündeki sürahiden bardağı doldurdum...
Bir elimle bardağı uzatırken, diğer elimi yastığın altına sokup başını dikleştirdim...
Sudan sadece birkaç yudum içebildi babaannem...
Sonra da inleyerek teşekkür etti.
Babaannemin iyice küçülmüş hafif başını, bir sonbahar yaprağını bir kitabın sayfaları arasına bırakırmış gibi özenle ve yavaşça yastığa bıraktım…
Alnından ve yanaklarından öptüm...
Beyazla mor arası renge bürünmüş buruşuk eli ile “yaklaş” işareti yaptı bana...
Yaklaştım...
Biraz daha yaklaşmamı istedi yine eliyle işaret ederek...
Beni öpmek istediğini anladım...
Yanağım, titreyen buruşuk dudaklarına yapıştırdım...
Öyle sıcak öptü ki...
Daha doğrusu bende uyandırdığı his çok sıcacıktı...
Dudakları ise buz gibiydi...
Ben de bir kez daha öptüm alnından ve yanaklarından...
“Eşhedüen la ilahe illallah ve eşhedüenne Muhammeden abdühü ve resulühü” derken bir çizgi gibi görünen gözlerini açmaya çalıştı babaannem…
Gülümsedi...
Gözlerini açamayınca yeniden ve bu kez daha sıkıca kapadı...
Bir kere hıçkırdı...
Babamla birbirimize baktık...
Sonra hafif bir hıçkırık daha...
Ve...
“Şaban Efendi…” diye kocasının adını sayıkladıktan sonra bir kez daha...
Babam “anne!..” diye seslendiğinde artık göz kapakları gevşemişti…
Göğsü inip kalkmıyordu...
İsyan etmek geldi içimden...
Bu nasıl bir şeydi böyle yaa?..
Dedeciğim de gözlerinin önünde ve benzer şekilde teslim etmişti canını…
O zaman henüz 12 yaşımdaydım…
Anlayamamıştım…
Çünkü…
“Ölüm” üzerine düşünememiştim…
Ama babaannem son nefesini verdiğinde 26 yaşımdaydım…
“Ölüm” isimli sonsuza yolculuğun bu kadar ani başladığını ve bu kadar kısa sürdüğünü idrak edebilecek yaştaydım…
Ana rahminde dokuz ay süren bir hayatın başlama süreci bir ışık hızıyla ve bir yıldızın gökyüzünde kayması gibi yitip gidiyordu…
Altmış üç yıllık “ömür” isimli yolculuğun son vedası sadece iki hıçkırıktı.
Ölümün hiç de korkulacak bir şey olmadığını işte o zaman anladım...
Oysa daha önce sevdiklerimin ve tabii ki kendimin öleceğini düşünmek bile istemiyordum...
Dünya o kadar güzeldi ki bırakıp gitmeyi aklımdan geçirmek dahi nefesimi kesmeye yetiyordu...
Ama şimdi artık öyle düşünmüyordum...
İki hıçkırıklı veda nutku muhteşem bir ayindi adeta...
İçimden dua etmiştim:
“Allah’ım, günüm geldiğimde beni de babaannem gibi sessizce al yanına. Amin!..”
Bunları düşünürken babam eğildi, yanağını babaannenin burnuna dayayıp bir süre öylece durdu. Sonra vücudunu dikleştirdi bana sarıldı…
“Şaban Efendisiyle buluştuktan sonra verdi son nefesini…”
Babamın bu dünyada anne sevgisini en çok yaşayan, yaşatan ve bundan muhteşem bir keyif alan evlâtlar içinde birinci olduğunu düşünürdüm her zaman...
O anda babamın güzel gözlerinden dökülen yaşları görmesem de aktıklarından emindim...
“Babaanne” demekten onur duyduğum bu muhteşem kadınla yaşadığım acı tatlı; kederli keyifli günleri hatırlayıp avunacaktım…
Artık babacığım da yok…
1977’de babaannemi, 1997’de de babacığımı yitirdik…
Allah Hacı Anacığıma uzun ve sağlıklı bir ömür ihsan eylesin…
(Ve onun dileğince) Allah ona evlat ve torun acısı göstermesin…
Amin…
Ve…
Allah…
Dünyanın hiçbir annesine evlat ve torun acısı göstermesin…
Anneler günü kutlu olsun…
adnanberkokan@gmail.com