Bilgi, bilmeniz istenen şey’dir…

Osmanlı döneminin medyası ile günümüz medyasının amacı arasında zerrece fark yoktur…

Siyaset tarihine bakarsanız Amerika’nın müteveffa Başkanı J. F. Kennedy gelmiş geçmiş başkanlar içinde Abraham Lincoln’den sonraki en “başarılı” başkandır…
Peki “başarıları nedir?” diye sorarsanız?..
Amerika gibi, güvenliğin zirve yaptığı bir ülkede suikast sonucu öldürülmekten başka başarısına(!) rastlayamazsınız…
Eğer öldürülmeseydi (büyük olasılıkla) ikinci kez başkan seçilemeyecek, oğul Bush’tan fena olacaktı durumu…
Peki neden?..
Niçin kahramanlaştırıldı ABD ve Dünya kamuoyu gözünde?..
Amerika’yı ve Dünyayı yönetip, kamuoylarını yönlendirenler öyle olmasını istiyorlardı…
Öyle de oldu…
Unutmayın lütfen…
Bilgi = Güç’tür ama…
Aynı zamanda Bilgi = Bilmeniz istenen şey’dir…
Sözü gazeteciliğimize getireceğim…
Türk medyası sadece son yıllarda değil, kurulduğu tarihten beri hep aynı amacı taşımıştır…
Halkı bilgilendirmek değil, yönlendirmek amacını…
Bunu da haberciliği ile yapmıştır…
“Köşe yazarı” adı verilen ve “ahkâm kesmek”ten başka hiçbir iş bilmeyen yazıcıları (printer) ile yapmıştır…
Osmanlı döneminin medyası ile günümüz medyasının amacı arasında zerrece fark yoktur…
Korkum o ki bu gidişle önümüzdeki yıllarda “yorumlu haber”in yerini giderek daha çok “yalan haber” alacaktır…
İmparatorluk ve cumhuriyet tarihimiz, “yalan haberler”le savaşa gittiğimizi ya da içeride birbirimizi boğazladığımızı gösteren örneklerle doludur…
Aman ha!...
Külliyen köşe yazarlarımıza savaş açmak gibi bir salaklık peşinde değilim…
Henüz aklımı peynir ekmekle yemedim ama…
Bu “gerçek” ortalık yerde dururken de onlara “yalakalık” yapacak değilim…
“İki taraf” keskin hatlarla birbirinden ayrılmış durumda…
Bir taraf olaylara “Doğu” penceresinden bakıyorsa, diğer taraf kendini “Batı” penceresinden bakmaya mahkûm ediyor…
Olaylara göre bakılan pencerelerin yönü de değişiyor…
Evet efendim…
Bildiniz…
Taraflardan birinin “Mutlak Batıcı” diğerinin ise “Mutlak Doğucu” olduğunu söylemek safdilliktir demek istiyorum…
Çünkü tarafların yönlerini, taraflardan birinin çıkarlarına göre alacağı tavır belirliyor…
Karşı taraf hemen kendini tam aksi yönde konuşlandırıyor…
Neden?...
“Onun çıkarı benim zararımdır” denilen üç kelimelik bir zamane felsefesi yüzünden…
Bir köşe yazarı ön plâna mı çıkarılacak?..
Taraflar adeta kendi aralarında “zımni” bir anlaşma yaparak kendi köşe yazarlarını cilâlamaya başlıyorlar…
Ne yazdığı?..
Nasıl yazdığı?..
Hangi bilgileri içerdiği gibi soruları sormak abestir…
Önemli olan neyi yazdığı ve içine hangi bilgileri koyduğudur…
Örneğin Atatürk’le ilgili verilmesi gereken bilginin, Onun değerini arttırıcı olması gerekiyorsa; tarih bile okumadan hamaset yapılır, hangi savaşlarda nasıl kahramanlıklar gösterdiği, yedi düveli nasıl tek başına alt ettiği anlatılır…
Atatürk normal bir insan değil, olağanüstü güçleri olan bir “hiper insan”dır…
İçlerinde Kurtuluş Savaşı sırasında Londra’ya uçarak gittiğini, İngilizleri ikna ederek döndüğünü yazanlar bile çıkabilir önümüzdeki süreçte
Tersi ise istenen…
Yani, Atatürk küçük düşürülmek isteniyorsa…
Bu defa da bel altından vurulur…
Annesinin kaç defa evlendiği, gerçek babasını hiç tanımadığı, Yahudi dönmesi olduğu (sanki çok büyük ayıp ve suçmuş gibi) abartılarak ve içine tarihi dayanağı olmayan uyduruklar da eklenerek verilir…
İşte budur Türkiye’de köşe yazarlığı…
“Yalan Bilgiden para kazanmak”…
İstisnaları yok mudur?..
Elbette vardır ama sayıları kaçtır?..
Peki ben neyim?..
Ben kendimi hiçbir zaman “Köşe Yazarı” olarak kabul etmedim…
Etmedim çünkü ben medya dünyasına paraşütle geldim…
Tek bir gün fotoğraf makinemi alıp yağmurda çamurda haber peşinde koşmadım (keşke koşsaydım)…
Tek bir gün gülle gibi kamerayı omzuma vurup, kimisi “sanatçı” adı altında müptezel orospu…
Kimi “iş adamı” kisvesi altında “mafya – hırsız”…
Kimisi “siyasetçi” ünvanı ile bilinen “kasabalı müteahhit – avukat vs” ile mücadele etmedim (keşke etseydim)…
Hiç kimseyi yönlendirme gibi bir derdim de yok benim…
“Analiz” yapmaya çalışıyorum aklımca…
Hâsılı…
Kirli, çamurlu su borularından havuza su taşındıkça, havuzun suyu da kirli kalmaya devam edecektir…
“Havuza su taşıyan borular kirliyse, havuzun suyu temiz olur mu” diyerek az önceki cümleyi kurmamda bana yardımcı olan Yüce Mevlâna’ya şükranlarımla…
 
Adnan Berk Okan
19.07.2009