Ben SEMA'yı çok sevdim anne!..
Cemaate olan bağlılığıyla bilinen Sema Hastanesi’nde ise kat hemşirelerinin hepsi başörtülüydüler…
ADNAN BERK OKAN
Geçtiğimiz hafta yazmak, okumak ve konuşmak(!) için
ayırdığım zamanın çok daha fazlasını “Düşünmek”
için harcadım…
Hem de çok düşündüm…
Ama öyle “Arpacı Kumrusu” gibi değil…
“Düşünmesi gereken biri” gibi düşündüm…
“Düşünmeye bol vakti olan biri” gibi düşündüm…
“Düşünmeye mecbur olan biri” gibi düşündüm (Bu
arada daha önceden nasıl da düşüncesizce yazdığım konusunda da
suçüstü yakalandım değil mi?)…
Düşüncelerimi, o ana kadar öğrendiğim bütün bilgilerim ve
yaşadıklarımla da destekledim…
Aslında, benim açımdan iyi geçmeye namzet haftalarımdan
biriydi…
Ajda Pekkan’ın altmışlı yıllarda söylediği
“hiç niyetim yoktu, ben maziye….” diye başlayan
“Boş Sokak” (Udo Jürgens – Empty Street)
şarkısında olduğu gibi ben de “hiç niyetim yoktu düşünmeye
“ modundaydım…
Karımla ortak hedefimiz; çok yakın birkaç dostumuzla (sözde değil,
özde dost) uzun zamandır hasret kaldığımız “İstanbul
Geceleri”ne akmak, felekten birkaç güzel gece çalmak,
oksijen deposu çamlı köyümüzde ciğerlerimizde biriken oksijen
fazlalığını, karbondioksit gazı ve kurşunla takas etmekti…
Cuma günü geldiğimiz İstanbul’da,
Cumartesi ve Pazar gecelerini iki
kardeşim ve aileleriyle birlikte eğlenerek geçirdik…
Cumartesi gecesi kardeşlerimden biri ve eşiyle
Beşiktaş’ta, Abiye’deydik…
Kendisi yaşadıkça sesi hiç kısılmayası Utku’nun
neredeyse bütün şarkılarına eşlik ettim oturduğum yerde…
Bazen karımla birlikte, masaların arasında dans ettik ilk
gençliğimizdeki gibi…
Çok uzun zamandır fırsat bulamadığım 9/8
ritminde doyasıya dans ettim (Kıskananlar çatlasın… Hele Zülfü’nün
göbeciği çatlasın… Çünkü o bizim Balkan danslarından – ona göre
erkek erkeğe göbek havası- nefret eder… Ammman ha!.. Siz Zülfü’ye
değil bana inanın zira 9/8’de oynanmaz, dans edilir)…
Hem de tam hemşerilerime lâyık olarak dans ettim…
Ertesi gece diğer kardeşimin evinde konuktuk…
Hava da nefisti…
Havuz başında bir barbekü partisinde ne içilir?..
Evet, aynen öyle…
Bir kırmızı şarap geldi ki masaya (Sicilya’da Merlot üzümünden
üretilmiş) …
Vaaaauuuvvv!...
İçtim tabi…
Hem de sevgili doktorum Doç. Dr. Kemal
Yeşilçimen’in “ağabey size alkol yasak; hele şarap
yasak külliyen yasak” deyişine aldırmadan içtim…
Çünkü Kemal’ciğim o anda
İstanbul’da değil, Antalya’da bir
seminerdeydi…
Yasağı da “din adamı” olarak değil, “tıp
adamı” olarak koymuştu…
“Yasakçı” olmayınca “yasak” da
olamazdı haliyle…
Hesabını ahrette soracağına inandığım asıl yasakçıdan ise zaten her
yudum öncesi af diliyordum…
Amaaaa…
Şarap…
Hem de kırmızısı…
Hem de en MAFIAsı olunca…
Haliyle ortalık Bush döneminin
Bağdat’ına dönecekti…
Evet ama benim bedenimin ortalığı…
Hem de güney bölgesi…
Amaaaannn…
İlk defa olmuyor ki…
İki tane Daflon attım mı ne kan
kalır, ne acı…
“Hay ulan Adnan… Yalanına ve teselline tüküreyim senin… Kan
gövdeyi götürüyor oğluuummm!...”
Bunları söyleyen sert, uyarıcı, azarlayıcı, sevimsiz
sesin sahibine ben “Birinci Adnan” diyorum…
Elimle havayı dövüp, “git işine yaaa” diye
azarladığım ve sonunda dinlemediğime “pişman”
olduğum Adnan’ın sesi bu…
Diğer ses - ki ona da “ikinci Adnan’ın sesi” adını
verdim- ise öyle sevecen, öyle mukni, öyle yumuşak ki…
“Boş veerrr!... Bi şeycik olmaz… Daflon miktarını arttır,
İstanbul gecelerinden vazgeçme” diyor…
Yani…
Ne zaman dinlesem sonunda hep kaybettiğim ve acı çekmeme sebep olan
ses bu…
Karıma göre o ikinci ses, “Şeytan’ın sesi”…
Ben inatlaşıyorum…
“Hadi yaaa… Şeytan dediğinin sesi de insanı ürkütür, kırar,
incitir… Oysa bu ses yumuşacık… Hiç azarlamıyor… Hep keyif vaat
ediyor…”
“iyi ya işte” diyor karım… “İblis n’olucak?.. Seni
kandırmaya çalışıyor”…
Ve başlıyor oğlumuzun yazdığı tuğla kalınlığındaki kitaptan
ezberlediği birkaç cümleyi sıralayıp bana ders vermeye…
“ Allah koca bir evren yaratmış,
gönderdiği nice kaosların kurduğu temel düzene itaat edişlerini
izlemişti.
Ama bu, sadece nesnenin düzen karşısındaki boyun eğişiydi...
Düzeninin, kendi aklındaki mükemmeliyeti elbette ki şüphe
götürmezdi...
Ama…
Kendi aklı, onu kendisi için gerçek kılmaya yetemezdi…
Çünkü fikir, özgür değildi…
Çünkü Allah, kendi aklının kendisine övgüsüyle avunamazdı…
Çünkü kendisinden bağımsızlığını kazanmayan hiçbir itaat, gerçekçi
olamazdı...
Çünkü kibir, Rabb’e yakışmazdı.
Öyleyse, O’nun gerçek ihtişamını
kendi başına ortaya çıkarabilecek; O’na bu akıldan ve hatta bu
bilgiden bile bağımsız olarak da iman edebilecek bir canlı
yaratmalıydı.
Gerçekliğinin kanıtına, O’nu ancak
bağımsız yargısıyla doğrulayabilen bir canlıyla ulaşabilirdi. Bu
öyle bir canlı olmalıydı ki, aklını kendi suretinden yaratmalı ama
onu tamamen özgür bırakmalıydı. Hatta önüne engeller koymalı,
kafasını karıştırmalı ve meleklerinden birini de onu yoldan
çıkarmakla görevlendirmeliydi.
Kader, kaoslarla kendini kanıtlamış
mükemmel bir yöntemdi.
Şeytan ise, insanı yoldan çıkarma
görevini yerine getirebilecek en uygun melek.
Peki ama insan cennetten
çıkarılışıyla ilgili ne bilecekti?..
Bilmeli miydi ki?..
‘Bilme’ denirdi ve
bilmezdi…
Ama bu yöntemle, insan aklı ileride
gelişip -aynı kendisi gibi- varlığının sebebini ve kendi
gerçekliğini sorguladığında, durum daha da çok
karışırdı.
Öyleyse sebep yöntemi, yöntem de
sebebi desteklemeliydi.
Amaç aracı, araç da amacı haklı
çıkarmalıydı.
İşte o anda, insanoğlunun karşısında
bir ağaç ve dallarında yılan kılığına girmiş
Şeytan belirdi...
‘Bilgi ağacı’nın
yasak elmasını yiyen insan, hak ettiği cezayı bulduğunda, tek ve
kudreti mutlak Tanrı, yarattığı evrende artık yalnız
değildi.
‘Yaratılanların en
onurlusu’ insan, artık maddenin ve enerjinin ve düzenin ve
düzensizliğin ve bütün evrenin anlamıydı.
Artık o, bilerek veya
bilmeyerek:
Allah için
düşünecek,
Allah için
öğrenecek,
Allah için
çalışacak,
Allah için
yaratacak,
Allah için
yaşayacak;
Allah için
ölecekti...
Ve en nihayet; Cenab-ı Hakk’ın
bahşettiği özgürce gerçek olma hakkıyla onurlananlar, birbirlerinin
onurlarını, özgürlüklerini, gerçeklerini ve haklarını aynı Cenab-ı
Hakk adına yerle bir edecekti...”
Ben karımın bunları söylediğini ezbere biliyordum çünkü
oğlumuzun kitabındaki o bölümü ben de ezberlemiştim
artık…
Karım bunları anlatırken ben acı içinde
kıvranıyordum Bağdat Caddesi’ndeki Mid
Point’te…
Ve…
Dayanamadım…
Mezbahada bıçaklanan inek gibi
böğürdüm:
“Her tarafım kan içinde!.. Lütfen
beni Sema’nın kollarına emanet et!..”
Önce
ters ters baktı yüzüme…
Sonra yüz ifademden
“Sema”nın bir kadın değil, doktorlarla,
hemşirelerle bezenmiş tıp harikası bir “Melek”
olduğunu anladı…
Çünkü ikimiz için de
İstanbul’da yaşadığımız süreçte bizim can
simidimizdi SEMA…
Hemen Sema Hastanesi
arandı…
Önce Genel Cerrahi Ömer Faruk
Akıncı’dan randevu alındı…
Hızla
Dragos’a gidildi…
Ve…
İki tık tık, bir şık şık değil…
Gerekli muayene ve
tahlillerden sonra hastanede bir odaya yatıldı…
İki
gün hiçbir şey yememem emredildi…
Güzel gözlü, güzel
yüzlü, şık başörtülü hemşire kızlarım amcalarını (Oysa Koç'un
hastanesinde bana "amca" demezler, "beyefendi" diye hitap ederlerdi
ama neyse, ben onların "amca" deyişlerini de seviyordum) bir güzel
yatırıp, yasakları sıraladılar…
Ve…
Vücudumdan % 30 oranında eksilen kan dengesinin ancak 5
ünite kan verilerek sağlanacağına ilişkin karar yüzüme
karşı okundu…
Sessizce kabul ettim...
Ve az sonra ilk ünite kan,
damarlarımdan süzülerek boşalan yerleri doldurmak üzere yola
çıktı…
Bu arada fırsat buldukça da Ürolog
Uzman Dr. Mehmet Kalkan’ın ehil ellerine teslim
oluyor, sonra da yatağıma dönüyordum…
Ve…
Cumartesi günü önce
kolonoskopi…
Sonra bir kez daha kan
testi…
Ve hemen ardından operasyon…
Ve
bütün acılarıma rağmen şu saatte “bomba”
gibiyim...
Şimdi de analiz…
Yeğenimiz Nişantaşı
Amerikan’da boğaz burun ameliyatı geçirdiğinde karımla
hastanede bir gün geçirdik…
Sonra da gelişen şartlar
yüzünden, “ bizim meskenimiz Sema’dır Sema; Sema’dır,
Sema” diye türkü söyledik…
KOÇ Holding’in
Nişantaşı’ndaki hastanesinde gördüğüm yaşı kırk ve
üzerinde olan hanımefendilerin baş bağlama şekilleri rahmetli
Zübeyde Hanım’a benziyordu…
Beyaz
tülbentler başı sarıyor, tülbendin uçları iki kulağın arkasından
iki omuza dökülüyordu…
Aynı odada daha genç yaşta olan
hanımefendiler ise kamuoyunda “Türban” olarak
tanımlanan ama en şık ve pahalı ipek başörtülerle saklıyorlardı
saçlarını…
Çalışanlar arasında ise bir tek başörtülü yoktu…
Cemaate olan bağlılığıyla bilinen Sema
Hastanesi’nde ise kat hemşirelerinin hepsi
başörtülüydüler…
Hizmet verirken, nabız ölçerken, kan
alırken, ilâç verirken sürekli eldiven kullanıyorlardı…
Ve hepsi de çok güzel, zarif, güler yüzlü, sevecendiler…
Adnan (ama onlar bana nedense Adnan yerine başka bir isimle
seslendiler) amcalarının moralini hep yüksek tuttular…
Ve bu kadar masaldan sonra, şimdi de, 29 Ekim
gecesi için buradan bütün siyasetçi ve gazetecilerimize
sesleniyorum:
Hiç kimse bir diğerini kendi dinsel inançları açısından
değerlendirip zındık ilan etmeye kalkışmasın…
Öncelikle “gerçeği” düşünmenizi dilerim…
Ama kendi gerçeklerinizi değil…
Bir kavram olarak; yalın ve katıksız “gerçeği”
düşünün...
Sahi, nedir gerçek?..
İnandığınız şey mi, yoksa
bildiğiniz şey mi?
Peki “bilgi” nedir?..
Öğrendiğiniz şey mi, yoksa bilmeniz istenen şey mi?
Peki ya “inanç” nedir?
Size umut veren bilinmezlikler mi?..
Yoksa bilimsel kanıtlarıyla gerçeğin ta kendisi mi?..
Bilgilerinizle inançlarınızı birbirinden ayırt edebilir
misiniz?..
İnançlarınızı mı bilginize hakim kılarsınız?..
Yoksa bilginizi mi inançlarınıza?..
Yoksa hangisi işinize geliyorsa onu mu sahiplenirsiniz?..
Sorular uzar gider...
Cevapları bin beter!..
Kimileri bilgisini haklı çıkarmaya çalışır, kimi inancını…
Kimi her ikisini birden, kimiyse hiçbirini...
Kimi sorana göre seçer cevaplarını ve kimi de sadece korkularına
göre...
Gerçeklerle ilgili fikirlerimiz, bizim kim olduğumuzu ve bu dünyada
kendimize nasıl bir yer biçtiğimizi belirlerken; gerçeğin kendisi
asla değişmez...
Ama çağlar, çıkarlar, beklentiler ve koşullar; gerçeğe
inat, sürekli bir değişim içindedir…
Ve en büyük yalanlar da, işte bu değişimlerden doğar...
Yani…
Filozofun birinin dediği gibi: “ Dünyada insan sayısı kadar
gerçek vardır”…
Yani; gerçeğin kavgası yapılmaz...
Yalan ise tartışılmaz...
Gerçek ne bilmeniz istenendir, ne inançlarınızın emrettiği...
Gerçek bir defacto durumdur ne yazık
ki...
Türkiye'de yaşayacaksanız bu durumu önce kabullenecek
sonra da alışacaksınız...
Osmanlı dönemi de böyleydi...
Nüfusun % 90'ı başörtülü, % 10'u ise (onlar da
genellikle İstanbul ve İzmir'de yaşıyorlardı) başı
açık geziyordu...
Hiç kimse de birbirine düşman değildi...
Nişantaşı hastanesindeki başı açık veya kapalı
Müslüman’la, Dragos’taki
hastaneyi tercih eden başı açık veya
kapalı Müslüman’ın birçok konuda farklı
düşünebildikleri ya da davrandıkları ama birbirlerine sevgi ve
saygıyla baktıkları gibi…
Hâsılı sevgili dostlar...
Evrenin zaman birimiyle bakıldığında bir kelebeğin ömrünü geçmeyen
ömrümüzde bu kavga niye?..
Hiç kimsenin, bir diğerinin giyimine, kuşamına ve yaşamına müdahale
etmeyi aklına bile getirmediği bir
Türkiye'de…
Cumhuriyet bayramımızın 87 yılı ve ilk özgür
Cumhuriyet balomuz hepimize kutlu olsun…
adnanberkokan@gmail.com