Behiç Kılıç bugünü görmeliydi
"28 Şubat'ın faturasını en ağır bedelle ödeyen Behiç Kılıç, daha sonra "Ergenekoncu" ilan edildi."
hadi.ozisik@internethaber.com
28 Şubat'ın "Kudretli Paşa'sı" Çevik Bir'in gözaltı haberi ekrana düştüğünde, içim acıdı. O mağdurlardan biri de bendim, üç yıllık işsizlikle çektim cezamı. Ama asıl mağdur edilen, daha doğrusu o dönemin aktörleri tarafından yerle bir edilen Behiç Kılıç'tı.
Behiç Abi'ydi operasyonların yapıldığı
dakikalarda aklıma ilk gelen.
Yaşasaydı keşke, yaşasaydı da, ona zulüm yapanların ne halde
olduğunu görebilseydi.
***
Behiç Abi'nin "kıymetlisi" Peyman Abla aradı. Gözyaşları
içinde olup biteni anlattı. O dönemi bugünkü gibi yeniden
hatırladı. Yaşadıkları çileyi özetledi bir çırpıda:
- Keşke bugünü görebilseydi!
***
Ne olmuştu peki?
Behiç Kılıç, niçin hedefteydi?
İşinden, aşından neden koparıldı?
Tazminat davalarıyla neden boğuştu?
Ölmeden önce... Zaman'a konuşmuştu Behiç Abi...
Her bir şeyi anlatmıştı.
Peyman Abla o röportajı bulmuş İnternet'ten...
Bu yazıyı yazmayı kafama koymuştum.
Röportaj gelmemişti aklıma doğrusu.
Dedim ki...
Kelimeler kifayet etmez...
İyisi mi sizi o röportajla başbaşa bırakayım.
Behiç Abi anlatsın, siz ne olduğunu, ona nasıl zulüm edildiğini bir
kez daha duyun.
Ve duymayanlara duyurun.
İşte Zaman gazetesinin giriş yazısı ve Behiç Abi'nın (Kılıç)
yaptığı açıklamalar.
Siyasetçilerle, askerî kadrolarla arası çok iyi olan bir
gazeteciydi. Birçok gazetede yöneticilik, bazı televizyonlarda
programcılık ve yorumculuk yapıyordu. Susurluk kazasında yaralanan
dönemin DYP Milletvekili Sedat Bucak'ı canlı yayına çıkartan tek
gazeteciydi.
28 Şubat'ın beyin takımının göreve geldiği gün ilk aradıkları
gazetecilerin başında geliyordu. Ancak '28 Şubat'ın Bir
Numarası'nın bazı işadamlarının ofislerinde hükümet devirip hükümet
kurduğu yolundaki iddialarını duydukça "Bir asker bunu
nasıl yapar?" diye içine sindiremedi. Genelkurmay
Karargahı'nda şehit aileleri için düzenlenen törende şehit aileleri
arkaya atılıp 'Bir Numara'ya ihtişamlı bir alan açılınca kendini
tutamadı ve ona salondaki herkesin duyacağı şekilde
"Efendim böyle böyle şeyler duyuyorum. Üstelik de siz bu
toplantılara üzerinizde üniformayla gidiyormuşsunuz. Hoş
değil." dedi. İşte o andan itibaren kendi deyimiyle
'28 Şubat egemenleri'nin hedef tahtası oldu.
İşinden edildi, maddi ve manevi olarak çökertildi. 28 Şubat kadrosu
görevde kaldığı süre boyunca karargaha ve birliklere alınmadı. 28
Şubat mağduru gazetecilerden Yeniçağ Gazetesi yazarı Behiç
Kılıç'tan 'Türkiye'yi ele geçirme savaşıydı.' dediği 28 Şubat
sürecini dinledik.
28 Şubat sürecinde iki gazeteci grubu oluştu. Mağdur
edilenler ve yıldızı parlatılanlar. O dönemde yönetici
pozisyonundaki bir gazeteci olarak siz nasıl etkilendiniz bu
süreçten?
Yakınmak anlamında söylemiyorum, gerçekten büyük sıkıntı
yaşadım. Ama lanet olsun. Bugün dahi olsa başıma gelecekleri bile
bile onlara karşı aynı şekilde davranırım. Bir insanın hayatında
travmalar olabilir. Bu, bizim için öyle bir dönem. Bir gökdelenden
düştüm. Ama bu düşüşten rahatsız olmadım. Hem ben ve hem de ailem
çok sıkıntı çektik. Hayatımızı idame ettirebileyim diye oturduğum
evi sattım. Birazcık da üç beş kuruş paramız vardı. 2001 krizini
hesap edemediğimiz için hayatımızı sürdürebiliriz zannediyorduk.
Yerle bir olduk tabii.
Sıkıntı yaşadığınıza göre siz de hedef gazetecilerdendiniz.
Nedeni neydi?
O zaman askerî kadrolarla aram çok iyiydi. Genelkurmay'la,
genel sekreterle ya da o zaman adı çok telaffuz edilen Çevik
Bir'le. Fakat uygulamaları ile bizim kafamızdaki görüşler arasında
farklılıklar olmaya başladı. Belli bir siyaseti savunacağız, belli
bir iktidar çıkaracağız ya da belli bir güç odağını egemen
kılacağız diye doğru olmayanın yanında yer almaya başladılar. O
zaman da yönettiğim gazetede ben bunu eleştirmeye başladım. Genel
Sekreter Erol Özkasnak Bey göreve başladığında ilk beni aradı.
Amerika'dan gelmişti. "Ben basınla ilişkilere başlıyorum." dedi.
"Gazeteci olarak sizin adınızı biliyorum. İlk kez sizinle temas
kuruyorum." dedi. Ben de memnun oldum böyle bir şeyden. Fakat bunun
devamında yaptıkları bir despotizme sürüklenince ters düştük. Önce
çalıştığım gazete üzerine ambargo koymaya başladılar. Hatta
yardımcısı olan bir albaya bizi arattırdı. Adam, bize tekdit etmeye
kalktı; "Böyle davranırsanız iyi olmaz" falan diye. Ben de dedim
ki: "Üzerinizde üniforma var diye kendinizi Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin sahibi mi zannediyorsunuz? Ben bildiğimi yapacağım,
siz de elinizden geleni yapın." Tabii ondan sonra bütün
ilişkilerimizi askıya aldılar.
Çevik Bir'le aranız neden bozuldu?
Ben gazeteyi yönetirken HBB televizyonunda da yorumcuydum. O
dönemde Genelkurmay'da, şehit çocuklarına burs verenlere şilt
dağıtmak için bir tören düzenlediler. HBB'nin sahibesi de burs
verenlerden olduğu için biz de gitmiştik. Şehit aileleri geldi;
astsubay, subay eşleri ve çocukları. O zaman terör hadiseleri çok
da taze. Yürek parçalayıcı bir durum. Bir de generaller geldi.
Çevik Bir eşiyle geldi, baş köşeye oturdu. Öyle bir hava içerisinde
geldi ki; oradaki hüznün ötesinde ben çok kontra etkilendim.
Bunların olaya üst perdeden yaklaşması, şehit ailelerinin arka
plana atılması beni rahatsız etti. O aralar siyasi angajmanlar
dolaşıyordu ortalıkta. Onlardan biri de Çevik Bir'in Demirel'e
yakın adamlarla bazı işadamlarının ofislerinde "Şu başbakan olsun"
bu bilmem ne olsun diye konuşması. Belki de o törendeki rahatsız
edici tavrın etkisiyle Çevik Bir'e oturduğum yerden, törene katılan
herkesin duyacağı şekilde "Efendim böyle böyle şeyler duyuyorum.
Üstelik de siz bu toplantılara üzerinizde üniformayla
gidiyormuşsunuz. Hoş değil." dedim. Hoş karşılamadı, hatta yüz
hatlarından oldukça hiddetlendiğini fark ettim. Onların akredite
ettiği siyasi kimliklere de ters bir tavrın içerisinde yayınlar
yapıp yazılar yazınca çatışmamız başladı.
Davalık bir çatışmaydı galiba...
O dönemde Ahmet Hakan beni Kanal 7'nin ana haber bültenine
konuk etti. Gecenin haberi Onbaşı Sarmusak'tı. Kadir Sarmusak adlı
bir onbaşı, Deniz Kuvvetleri Karargahı'nı, buradaki komutanları
dinlemekle suçlanıyordu. Ahmet Hakan, bu durumla ilgili yorum
istedi. Ben de durumu biraz da mizahi yönü ile ele alıp, "Bir
onbaşı karargahı dinliyor, komutanın haberi olmuyorsa o zaman oraya
o onbaşıyı komutan yapsınlar bari!" mealinde konuştum. Tabii günün
efendileri çok sinirlenmiş, beni savcılığa şikayet ettiler. İşin
başında Çevik Bir var. O sıra Genelkurmay İkinci Başkanı. Konu
dosyada kalmış, savcı araması halinde, bana tebligat gecikmiş. Bu
bey geldi 1. Ordu komutanı oldu, hiç üşenmemiş, bizle ilgili
şikayeti aktifleştirmiş, polise benim derdest edilmem talimatı
verilmiş. Bir gün gazeteyi polis ekibi bastı, beni apar topar
aldılar. Savcı, hakkımdaki suçlamayı okudu, savunmamı sordu. O öfke
ile devrin egemenleri için programda söylediğimden çok daha ağır
beyanda bulundum. Savcı beni dostça uyardı, başıma iş açacağımı
söyledi. Durum muhasebesi yapacak halde değildim. "Elinden geleni
ardına koymasın." dedim. Ağır cezaya sevk edildik, yargılandık.
Yargılama sırasında af çıktı da sıyırdık!
Peki postmodern darbenin sivil kanadı...
Sadece askerle değil tabii... Dönemin cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel'le, dönemin başbakanı Mesut Yılmaz'la bayağı polemiğe
girdik. Beni dava ettiler. Tazminatlara da mahkum oldum. Hatta bir
keresinde Şişli Adliyesi'nde Süleyman Demirel'in açtığı davada
adliyedeki bir ifade eksikliği nedeniyle beni Ankara'da bulunduğum
otelden sabaha karşı paldır küldür alıp götürdüler. Nezarete
attılar. Evime, Mesut Yılmaz'ın açtığı davalar nedeniyle hacizler
getirildi. Haciz sırasında evde olan aile efradı söz konusu parayı
vermeyi teklif etmelerine rağmen beni çevreye rezil etmek için
"illa eşya taşıyacağız" tavrıyla hareket ettiler.
Organize bir tavırla karşılaştığınızı mı düşünüyorsunuz?
Bunun ötesinde düşmanca bir tavrın içerisine girdiler. Öyle bir
enformasyon eksikliği içindelerdi ki... Hem de devletin bütün
birimlerini ellerinde tutmalarına rağmen. Mesut Yılmaz şimdi diyor
ya polisin içerisinde yapılanma var diye. O zaman sırf kendisine
çalışacak şekilde bir örgüt kurdu. Hem polis içerisinde hem de
MİT'te. Tamamen Mesut Yılmaz'a çalışan birimler oluşturdu.
Gölbaşı'nda da dinleme birimleri yaptırdı. Büyük bir panik
içerisinde kendi iktidarına yönelik faaliyetler olabileceği
inancındaydı. Ben o dönemde Tansu Çiller lehine yazılar yazıyordum
ve kafasının içerisinde bir imaj oluşturdu. Kendisine gelen
istihbaratla da yani goygoycularıyla da bunu desteklediler. Onun
gözünde düşman safında yer aldık. Bir saldırı kampanyasıyla linç
ettirdi beni.
Linç ettirdi derken...
Medyayı elinde tutan para sahipleriyle, işadamlarıyla çok iyi
ilişkiler içerisindeydi. Dolayısıyla bir birliktelikleri oluştu.
Biz bundan çok zarar gördük; ama şikâyetçi olmadım hiç. Asla da
olmam. O dönemde iş yaptığım her türlü yayın organında bildiğim bu
üslup içerisinde faaliyet yürüttüm. Örneğin şu sıralarda çok
konuşulan Akşam Gazetesi meselesi vardır. Biz orada şunu
yapıyorduk. İstanbul'a belediye başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan,
Atatürk Ormanları'nın talan edilmesini, üniversite kurma
bahanesiyle sermaye grupları tarafından ele geçirilmesini önlemek
için faaliyet içerisindeydi. Biz yüzde yüz destek veriyorduk
Erdoğan'a. Dolayısıyla o aile grubu tarafından düşman kabul
edildik. TÜSİAD profili altında toplanmış bütün sermaye gruplarıyla
da itiş kakış halindeydik. Bunlar da 28 Şubat sürecinin
destekçileriydi. Onlara destek verdikleri için de biz, imha
edilmesi gereken kötü kişiler kategorisinde her türlü hedefe maruz
kalıyorduk.
28 Şubat sürecini genel hatlarıyla nasıl
yorumluyorsunuz?
Bana göre çok ağır bir darbedir. Hiç gerek yokken insanların
yaşam biçimine yüzde yüz müdahale edildi. Bu, bir Türkiye'yi ele
geçirme yapılanmasıdır. İktidarı ele geçirmek için yaptıkları bir
savaştı. O dönemde iktidarda olan Refah Partisi ve ortağı olan
Tansu Çiller, bakın Doğru Yol Partisi demiyorum, toplumun
efendileriyle, güç odaklarıyla, Türkiye'nin geleneksel sermaye
yapısıyla yüzde yüz uyum içerisinde değillerdi. Türkiye'de böyle
bir düzen tutulmuş. Dışarıdan para getireceksiniz, o parayı kredi
vesaire diye ailelere aktaracaksınız. Borç düzeni sürecek. Siyaseti
onlar manipüle edecek. Buna karşı çıkan bir siyasi yapı ortaya
çıkınca bunun devrilmesi elzem oldu. O sırada da iktidarda olmayı
çok isteyen Mesut Yılmaz gibi, Süleyman Demirel gibi sivil kadrolar
var. Bir de her şeyin başında olmak isteyen, kafalarının içinde
büyük büyük yıldızlar olan generaller ortaya çıkmaya başladı.
Genelkurmay Başkanlığı'nın dahi kendilerine yetmeyeceğini,
cumhurbaşkanlığını düşünen bir kadro vardı.
Tabii işin bir de ekonomik boyutu var...
Süreç işlemeye başladığında sivil kadroyla kurulmuş olsa dahi
banka kredilerinin kime nasıl verileceğine karar veren merci
konusunda hâlâ yıldızları işaret eden bilgiler var. Bu arada
Cumhuriyet tarihinin en derin soygun ve menfaat dönemi başladı.
Bankalardaki paralar buharlaşmaya başlamadan önce banka imtiyazları
verilmeye başladı. Eş-dost ilişkileri çerçevesinde birileri banka
sahibi oluyor. İşlemi hallediliyor 'Senin bankan var kardeşim'
deniyor. Bu kurulan bankalarda milyar dolarlar buharlaşmaya
başladı. 50 milyar dolar para yok oldu.
Zenginleşen gazeteciler de vardı o süreçle
birlikte...
2001 krizi patlıyor. Bir anda dolar 600'den bin 200'e
fırlıyor. Bugün dahi etiket olan işyeri sahipleri, banka genel
müdürleri bir gecede milyonlarca dolar vuruyorlar. Hâlâ hesabının
sorulmaya değer bulunmadığı bir konu bu. Milyonlarca insanın hayat
biçimi değişiyor, sefalete sürükleniyor, intiharlar oluyor falan.
Fakat beri tarafta da sızdırmadan haberdar olan krema tabaka acayip
zenginleşiyor. Bunların içerisinde gazeteciler, köşe yazarları var.
O dönemde pırlanta gazetelerde köşe yazarlığı yapan kişiler dahi bu
işlerden büyük paralar kazanıyor. Bu işlerden Genelkurmay'a
akredite olan gazete yazarları, 28 Şubat sürecinde bir anda pıtırak
gibi ortaya çıkmış gazeteciler büyük paralar kazandılar. Onun için
bu iş sorgulanmayan bir bütün.
28 Şubat, Çevik Bir üzerinden inşa edildi
İlk defa Çevik Bir döneminde Genelkurmay, Genelkurmay ikinci
başkanı tarafından yönetildi. Eski Genelkurmay Başkanı Doğan
Güreş'ten dinlediğim bir şeyi anlatayım. Güreş'e de çok baskı
yaptılar. Zaten bu konuşmanın temelinde mağduriyetiyle ilgili bir
diyalog vardı. Milletvekili olduğu dönemde anlatmıştı. Başkanlığı
sırasında Amerika'nın o dönemki genelkurmay başkanı, Colin Powell
"Somali'ye bir tane korgeneral göndereceğiz, ama Çevik Bir'i
gönder." demiş. Çok şaşırmış Güreş Paşa. Bu siparişin, Çevik Bir'in
orgeneralliğe, genelkurmay ikinci başkanlığına oturması ve 28 Şubat
sürecinin kralı o olmasında çok anlamı var. Bu sebep, bu olayın
onun üzerine inşa edildiğini gösteriyor."
NOT: Behiç Kılıç, gerçek bir 28 Şubat mağduruydu.
O dönemin cezasını, malıyla mülküyle, sağlığı ile ödedi.
Zaten bir daha da belini doğrultamadı. Acı olan, 28 Şubat'ın
faturasını en ağır bedelle ödeyen Behiç Kılıç, daha sonra
"Ergenekoncu" ilan edildi. Aşağı "Ergenekon" yukarı "Ergenekon" ve
Behiç Kılıç'a bu yüzden kapılar açılmadı. O da ikdidara muhalif
olan gazetede rızkının peşine düştü. Son nefesine kadar. Allah
mekanını cennet eylesin.