Barlas’tan siyaset ve kültür dersleri...

Çünkü hayatımda siyaseti onun kadar bilen ama onun kadar az ciddiye alan bir “baş yazar” görmedim…

ADNAN BERK OKAN

Mehmet Barlas
’ın, Oğuz Haksever’le birlikte NTV’de sunduğu programın adı “Makam Farkı”…

Ben de Ayhan Sicimoğlu gibi söylersem “o programın hastasıyım”…

140. Makam Farkı Saadettin Kaynak’ın; güftesi Cemâlî Nâbedit’e ait bir Muhayyer Kürdî eseriyle başladı…

 

Akşam yine gölgen, yine gölgen, yine akşam

Gölgen neyi görsem neyi sevsem neye baksam

Sensiz içilen bade karanlık dolu bir cam

Gölgen neyi görsem neyi sevsem neye baksam

Aguşum açık, rengim uçuk, kalbim ışıksız

Karşımda günün çehresi bir yaslı çatık kız

Hüsnün o kadar taze ki sevgim yakışıksız

 

Ve hem de üstatların üstadı Münir Nurettin Selçuk’un yorumuyla…

 

Münir Nurettin Selçuk’u dinlerken, bir gün önce Barlas’la yapığımız sohbeti hatırladım…

Üstat’la henüz delikanlı yaşlarında tanışır Barlas

Münir Nurettin Selçuk Yeniköy’deki evlerine konuk olarak geldiğinde balkona çıkıp söylermiş bazen…

Ve o muhteşem ses Anadolu yakasındakiler tarafından da huşu içinde dinlenirmiş…

İncilâ Bertuğ da bir benzerinin Moda Deniz Kulübü’nde yaşandığını anlatmıştı bir gece Zeki Çetin’in Pınar Restoran’ında…

 Üstat, Moda Burnu’nda söyler, Kalamış ve Fenerbahçe’de insanlar zevkle dinlermiş…

 

Bu arada günümüz gençliğinin anlaşılamadığı ve kimilerinin ise bu gençleri, yaşlılara karşı çok saygısız bulduklarına ilişkin eleştirilerden söz ettik…

Barlas, M.Ö. dördüncü yüz yılda da dönemin yaşlılarının gençlerden şikâyetçi olduklarını ve şikâyetin temel sebebinin günümüzdekilerle aynı olduğunu hatırlattı…

Yani 2.500 yıl önce de yaşlılar, aynen günümüzde olduğu gibi gençlerin saygısızlıklarından şikâyet ederlermiş…

Sadece o kadar da değil…

Genellikle eski güftelerin de çok edebi ve edepli olduğunu, günümüzde kantarın topunun kaçtığını, belden aşağı sözlerin bestelendiğini iddia edip şikâyetçi olanlar yok mu?..

Çookkk…

 

“Kantarın topu” dedim de aklıma geldi…

Çocukluğumdan aklımda kalmış bazı ilahiler (evet evet, söyleyenler onları “ilahi” diye yuttururdu) bilirim ki; bugünkü şarkı sözlerine rahmet okutur…

Bunlardan birini (aklımda kaldığı kadarıyla) inci-boncuk satan bir Dede, kendisinde inci-boncuk satın almak isteyen kadın müşterilere söylerdi…

 

Kadının önünde kanatlı kapı,

sallandıkça vurur kantarın topu,

yum ha dede, yum ha yum;

arkadaşım öte gitti ben sana geldim

Ben bu ilahileri kendim dizerim

halkası büyük kapılarda gezer söylerim,

elim sedeflidir uçkur çözerim,

yum ha dede yum ha yum,

arkadaşım öte gitti ben sana geldim…

 

Yani; Saadettin Kaynak’ın bu muhteşem bestesindeki “aguş/kucak”, Dede’nin ilahisindeki “uçkur” çözmekten daha “ince” düşünülüp de mi yazılmıştı bilemem…

Malumuz…

Seçkin mahallerinde yapılan zinaya “seviyeli beraberlik” denir…

Aynı şey fukara mahallerinde olunca kadının adı “orospu”ya çıkarılır…

 

Akasından Muzaffer İlkar’ın (ünlü pop şarkıcısı Sibel Egemen’in dedesi) “Gelsen bize akşam, yine mehtap görünsün” diye başlayan Kürdili Hicazkâr eserini Tülin Yakarçelik Hanımefendi’nin sesinden dinledik…

Müthişti, muhteşemdi, olağanüstü idi…

Güftesinin de Muzaffer İlkar’a ait olduğunu zannettiğim bu güzel eserin bir yerinde ünlü müzisyenimizin “dök bağrıma zülfün gece meltemle sürünsün” derken, sevgili ile çok fazla ten yakınlığı istediği nasıl da belli…

Demek istemem o ki, insanoğlu binlerce yıldır hiç değişmedi a dostlar…

Değişen tek şey teknoloji…

Ruh, nefis, fıtrat hep aynı…

 

Gerçi, “Makam Farkı” ile pek ilgisi yok ama “zihniyet farkı” ile çok ilgisi oluğu için söz etmeden geçemeyeceğim…

Son günlerde güzelim ülkemizi karıştıran, bazı en yakın akrabaları bile birbirlerine düşman eden görüş farklılıklarının masum bir protesto gösterisinden nerelere geldiğini hep birlikte görmüyor muyuz?..

Mehmet Barlas İngiltere’de hem öğrencilik yapar ve hem de bir çalışırken, emekçilerin bir protesto yürüyüşüne katılır.

Polis o yürüyüşe asla müdahale etmez…

Ne zamana kadar?..

Ta ki içlerinden bir genç, bir kapıya elindeki broşürü çivileyinceye kadar…

İşte o zaman müdahale olur ve eylemci genç polis tarafından alınır götürülür…

Neden mi?..

Kamu malına zarar verdiği için…
Evet…

Demokrasi söz söyleme özgürlüğüdür…

Evet, demokrasi eylem koymaktır…

Ama…

Şiddetin, kamu malına veya bir kişi ya da kuruma zarar vermeye dönüştüğü anda “demokratik ve meşru” olmaktan çıkar, şiddete girer; illegalleşir ve haliyle “suçtur”, müdahale gerektirir…

Uzatmayayım…

Muzaffer İlkar’dan sonra bir Hacı Arif Bey bestesi çalacağını duyuran sevgili Oğuz Haksever’in sevimli gülüşü bile güftesi de Hacı Arif Bey’e ait Kürdili Hicazkâr eserin muhteşem sözlerini “jilet”e benzetmesindeki soğukluğu önleyemedi…

Hele ve yine gülerek de olsa esere “kanlı romantizm” benzetmesi yapması, kanımı dondurur gibi olduysa da az sonra eser terennüm edilmeye başlandığında içim ısınıverdi…

 

Kanlar döküyor derdin ile dide-i giryan

ateş saçıyor hicrin ile sine-i suzan

zülf-i siyahın gibi dilin hali perişan

öldürdü beni derd-i gamın ey şeh-i hüban

 

Tabii ki Hacı Arif Bey “kanlar döküyor” derken teşbih yapıyor…

Tabii ki biraz fazla abartıyor da…

Ama onun “kan” dediği bilinir ki, umutsuz ağlayışından dolayı gözlerinden boşalan gözyaşlarıdır…

 

Hâsılı abartı/mübalâğa genlerimizde var…

Bu gidişle hep olacak da…

Yasak ile denetim arasında bile topluca ikiye ayrılıp; kimimiz “denetim”den “yasak” çıkarırken;

kimimiz ise temel hak ve özgürlükleri “anarşi çıkarma, yakıp yıkma” hürriyeti olarak algılamıyor muyuz?..

Meselâ alkollü içeceklerle ilgili çıkarılan yeni yasalar…

Veya yapılan “düzenlemeler”…

Bazılarımız bu düzenlemeleri “içki yasağı getirildi” diye yorumlamadık mı?..

Kimilerimiz ise aynı düzenlemeyi tamamen sahiplenip “oh olsun; öyle aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içmek yok” diyerek sevinç çığlığı ile karşılamadı mı?..

 

Mehmet Barlas; Orhan Boran ve Doğan Nadi merhumların alkollü içeceklere olan düşkünlüklerini şöyle bir anekdotla anlattı…

İki muhterem; ülkenin günlük alkol tüketimine olan katkıları yerine getirdikten sonra Park Oteli’in kapısında çarpışırlar…

İki tarafın ağzından aynı anda şu sözcükler dökülür:

“Çın çın…”

İyi ki bugün artık aramızda yoklar…

Bazıları iki üstat için “ayyaş, alkolik” diyecekti…

Başka bazıları ise “müthiş espri yeteneği olan gençler” diyerek onları “özgürlük aşığı iki espritüel delikanlı” olarak tarif edeceklerdi…

 

Derken; diplomatlarımızdan birinin evlenip Amerika’ya kaçırdığı(!) Ayşegül Durukan’ın adı geçmesin mi?..

Barlas muhteşem Hanımefendi’yi rüyasında görmüş meğer…

Rüya bu ya (inşallah doğru çıkar), Durukan Hanımefendi Türkiye’ye dönmüş…

Barlas rüyasını bir ruh bilimciye anlatmış…

Bilim adamının açıklaması çok yürek yakıcı:

“Rüya, akıllı insanların gece uyurken çıldırmasıdır”…

Neyse ki “akıllı insanların çıldırmasıymış”…

Yani; Mehmet Barlas için “uygun”…

Bu arada neden rüya görmediğimi de bir uzmandan öğrenmiş oldum…

 

Ve az sonra Selahattin Pınar’ın, Vecdi Bingöl’ün güftesinden Kürdîli Hicazkâr makamında bestelediği o muhteşem eseri dinledik Ayşegül Durukan Hanımefendi’nin eşi menendi olmayan sesinden:

 

Söylemem tek söz bile, çözemem o düğümü

Söyleyemem

Seviyordum belki de seni bir zamanlar

Uçtu uçtu gönüldeki deyiversem kim anlar?

Söyleyemem

Gönülde kaybolanı ızdırap duya duya

Arama gözlerimde geçmişteki yalanı

Gerçekten doya doya söylemek isterdim de

Söyleyemem, söyleyemem, söyleyemem

 

Hâsılı Mehmet Barlas ve Oğuz Haksever yüz kırkıncı randevularında da yine “hiç gitmeseler” dedirtti…

Hele Barlas’la yüz yüze sohbet bir başka keyifli…
Ama…

Neyse…

“Ama”yı ilerleyen günlerde daha uzun olarak anlatırım…

Kısaca şöyle söyleyeyim:

Barlas’la ya en çok on beş dakika konuşup dinlediklerinizi en az on sayfada okurlarınızla paylaşacaksınız…

Ya da saatlerce konuşup en az iki ay her gün, ondan dinlediklerinizi yazacaksınız köşenizde…

Neden mi “en az iki ay?”..

Her anlattığı anı, her esprisi, her anekdotu bir ders niteliğinde de ondan…

Yok, yok; siyaset konuşmaktan söz etmiyorum…

Zaten Barlas’la siyaset konuşmak; kültür hazinesinden bir avuç bile olsa “elmas” almadan gitmek gibidir…

Çünkü hayatımda siyaseti onun kadar bilen ama onun kadar az ciddiye alan bir “baş yazar” görmedim…

Barlas’la sohbetin en güzel yanı her konudaki derin kültürü ve bilgi birikimi…

“Yakın zaman tarihimizin yaşayan hafızası gibisiniz” dediğimde gülerek itiraz etti…

Sonra saymaya başladım:

“27 Mayıs ihtilâlinde 18, 12 Mart muhtırasında 29, 12 Eylül darbesinde 30, 28 Şubat post modern askeri kalkışmasında da 55 yaşınızdaydınız… Bir insan bu kadar kısa sürede bu kadar çok tarihi olayı bizzat ve hem de çok etkin konumda yaşarsa hafıza olmaz da ne olur?” diye sordum…

Öyle söyleyince itiraz etmediğine göre “yakın tarih hafızası” olduğunu da (sanırım) kabul etti…

 

Yani ey güzel insanlar!..

Önümüzdeki günlerde “Barlas’tan siyaset ve kültür dersleri” adında bir kitapçığı kimin yazacağını merak ediyor; heyecanla bekliyorum…