Barlas'ın anlattığı öykü ve bendeniz 'Bay Mahlâs'!..
Görmek isteyenler orada anlattığım günahlarımı görüp aktardılar okurlarına da bir teki bile "yahu bu adam iyi şeyler de yapmış" demedi...
ADNAN BERK OKAN
Tamam sevgili Barlas...
Bugünkü (05.06.2011) SABAH'ta başlığı altında yayımlanan makalenizde genellikle doğruları söylüyorsunuz...
Ve haklısınız da...
Ama...
Nasrettin Hoca'nın fıkrasında olduğu gibi; "hırsızların hiç mi suçu yok?"
Hani diyorsunuz ya;
Hiçbir şeyi unutmamak ve daha kötüsü bazı olayları yanlış hatırlamak çok da iyi değildir.
Örneğin sizin geçmişteki başarısızlıklarınızı hep başkalarının kötü niyetlerine bağlamanızda ve onlara sürekli kin beslemenizde, ne gibi bir yarar olabilir ki?
Olsa olsa kan davaları ürer...
Ayrıca geleceğe hep ürküntü ile bakılır. İnsanın girişimci dürtüleri, yerlerini ürküntüye ve hatta pısırıklığa bırakır.
"İşte bu cümleleriniz" diyorum...
Neden hep hatalılar, hatalarını unutsun sevgili Barlas?..
Bazen de hatalarını unutan ve hatta pişmanlık duyanların hataları "hatırlanmasa" olmaz mı?..
O hataları bir türlü unutmayanların hafızaları da zaman zaman tembelleşse her taraf Ergenekoncu mu dolar?..
Neden "hatalar silinemez" olurken, "Başarılar"ın insan beyninde kalma oranı bir balığın hafıza süresiyle eşitleniyor anlayamıyorum?..
Hatırlıyorsunuzdur...
Animals altmışlı yıllarda dillerden düşmeyen o ünlü şarkısında; "Oh Lord!.. Please don't let me be misunderstood" diyordu...
Sevgili Barlas;
(Ne hikmetse) Tanrı o izni vermekten bir türlü vazgeçmiyor(!)..
"Yanlış anlaşılmaktan korkanların korktukları başlarına geliyor" hep...
Hem de Tanrı'nın izniyle(!) geliyor..
Meselâ bendeniz...
Hayatımda öyle çok hata yaptım ki...
Buradan İzmir'e asma köprü olur...
Mevcudiyetimin temel gerekçesi hata belki de...
Ve öyle çok yanlış anlaşıldım ki...
Ama her zaman mı?..
Hayır...
60 yıllık ömrümün belki 3-4 yılı hatayla ve yanlış anlaşılmayla dolu...
Ama...
Son 14 yıldır; o 3-4 yıllık hata hücresinde hapis yatıyorum...
Her zaman övündüğüm ve övüneceğim adımı soyadımı bile kullanamıyorum da "Takma isim"le yazıyorum...
Neden?..
Beni çocukluğuma kadar taşıyıp ondan sonrasını da "kapsama alanı" içine alan medyamızın ve siyaset dünyamızın "Kuvvetli hafızaya sahip(!)" "saygın(!)" ve aynı zamanda "etkin(!)" kişileri sayesinde...
Tamam...
60 yıllık ömrünün 3 veya bilemediniz 4 yılını "geri zekâlılık" içinde geçirmiş bir kul olarak hatalıyım...
Ve hatta...
Diyelim ki buna rağmen kendimi suçlamıyorum ("meselâ" dedim)...
"Heeyyyttt lannn!" diye babalanıyor; "Hatasız bir kulum, herkesin yamuk yaptığı, nadide bir pulum" diye bağırıyorum...
İyi ama...
Buna rağmen neden başkaları, aklı başında büyüklerim(!) "hadi kardeş biraz sakin ol... Sen de sütten çıkmış ak kaşık değilsin, kendine gel ki biz de yaptıklarını unutalım" demedi, demiyor...
Kaldı ki...
[page_end]
Dörtyüz küsur sayfalık kitap yazdım...
Hatalarımı da sevaplarımı da (her şeye rağmen başarılı olduğum dönemlerim de var yahu) döktüm bir bir ortaya...
Yanlışlarımı kabul edip, kırdığım insanların tümünden özür diledim...
Başarılarımı da hiç mütevazılığa kaçmadan haykırdım...
Ama...
Görmek isteyenler orada anlattığım günahlarımı görüp aktardılar okurlarına da bir teki bile "yahu bu adam iyi şeyler de yapmış" demedi...
15 kitap yazdım; bir Allah'ın kulu çıkıp da "iyi olmuş" ya da "berbat" demedi...
Hem ki o kitaplarımdan biri çok uzun süre "Çok Satanlar" raflarında yer buldu kendine (D&R ve İnkılâp'ta)...
"Çok Satanlar" rafında yer alan her kitabın yazarıyla sohbetler edildi, ekranlara çıkarıldı ama ben görmezden gelindim...
Neden?..
28 Şubat'ta darbeci generallere kuryelik yapan "güçlü"(!) yazarlarımız ve patronlarıyla mücadele ettim diye...
Yani sevgili Barlas;
60 senesi hep icraatlar içinde geçmiş birinin kabahatı olmaz mı?..
Hani icraatla kabahat kardeşti?..
Sevgili Barlas...
Anlattığınız öyküdeki gibi...
Yanlış bilgilere dayalı takıntılarımız, saplantılarımız ve önyargılarımız halen sürüyor...
"Derin Kıyamet" isimli romanımın ön kapağına şöyle bir not düşmüştüm:
"Bilgi, bilmemiz istenen şeydir"...
"Bilmemiz istenen şey"in doğru olması mümkün mü?..
Onun içindir ki; sizin dediğiniz gibi gerçekler ile bunları
algılamamız arasında her zaman uyum yoktur.
Onun içindir ki; bazılarımızın kimilerinin beyninde halen ve hem de "habis bir ur" gibi taşındığımız "Acı Gerçeği" yalan değil, aynıyle vâki...
Yani sevgili Barlas;
Haklısınız...
Hatırlamak bazen yaşamaktan daha ağırlıklıdır insan beyni açısından...
Ama doğruyu bilmek daha da ağırlıklı değil midir?..
Ve...
Yandaki kutucuklardan birinde anlattığım ekonomik doğruyu bilenlerin sayısı, bilmeyenlerin sayısının sadece % 10'u ise bu kimin suçudur?..
Doğruyu bilenlerin mi?..
Bilmeyip her "milli gelirimiz iki mizli arttı" denildiğinde "Yaşşaaa! Varo lll!.. Nur olll!" diye bağıranların mı...
Yok yok...
Bendeniz "Nerede o eski kavunlar?" diye oflayıp puflayanlardan değilim...
Son sekiz yılda ekonomimizde (en azından büyük şehirlerimizde, karayollarımızda, enerji sektörümüzde, konutta, sağlıkta ve en önemlisi TSK'nın siyasete burnunu sokmasının engellenmesinde) nasıl da çok başarılı işler yapıldığını görüyor, hükümetin ve Başbakan Erdoğan'ın hakkını teslim ediyorum...
Pembe tablo içinde anlatılan geçmişe dönük sanal mutluluk öykülerinin, bugünü karalamak için kullanıldığının da farkındayım...
Hatta...
[page_end]
O öykülerin bir de resmi ideolojinin öğretileri olarak eğitimle yeni kuşaklara ezberletildiğini ve işin iyice çığırından çıktığını da biliyor ve kahroluyorum...
Değişim ve gerçekçiliğin devletin, rejimin ve bütünlüğün tehdidi değil; umudu, müteharrik gücü olduğuna inanıyorum...
Statükoculuk ile devrimciliğin birbirlerine karıştırılmasından üzüntü duyuyorum...
Ama...
Ama sevgili Barlas;
"Kentlileşme" konusunda sizinle hemfikir
değilim...
Örneğin İstanbul...
Allah aşkınıza bu İstanbullular, eski İstanbullular mı?..
"Evet" diyorsanız bizleri kim dövdü de kaçırdı İstanbul'dan?..
O insanları akın akın İstanbul'a çeken, güzelim İstanbul'u "gecekondu mezbeleliliğine çeviren siyasetçiler (günümüzdekileri suçlamıyorum) neden sadece "adres olarak İstanbullu" olmalarına "izin" verdi de "eğitim, görgü, gusto" olarak İstanbullu olmalarına "imkân" vermedi?..
Hasılı sevgili Barlas;
Amacım sizi eleştirmek değil (ki olabilirdi de çünkü o konudaki engin hoşgörünüzü bilenlerdenim)...
Ama...
Bir kez daha şunu sorgulamak istiyorum...
Bir insan hayatı sadece refah, maddi zenginlik, bir daire, bir otomobil, eksiksiz beyaz eşya üzerine mi kuruludur?..
Ya da salt giyim, kuşam ve yaşam özgürlüğü yeterli midir demokrat olmaya?..
Veya mini etek giyen "laik cumhuriyetçi", başını örten "Dinci, antilaik" midir?..
Tiyatrodan, konserden, baleden, operadan keyif alan başörtülüler ya da muhafazakârlar; tiyatrodan, konserden, baleden, operadan nefret eden laik cumhuriyetçilerden daha mı az çağdaştırlar?...
Demek istemem şu sevgili Barlas;
Üst yapılar bir milletin zenginliğini, ekonomik büyümesini anlatırken; kalkınmışlığını gösteren alt yapı fukaralığı için hiç mi eleştiri yapmayacağız?..
Bu üst yapıların yanında alt yapı hiç mi gerekli değildir?..
Ellili yılların sonuna doğru (1958) çevrilen "Üç Arkadaş" filmindeki o fakir ama nezaket sahibi Salih Tozan, Fikret Hakan ve Semih Sezerli'yi de mi unutacağız?..
Onların yerine, "Babam Sağolsun" dizisinin börekçi Adnan'ı ve eşi Rahşan'ı mı koyacağız?...
Pardon...
Ben, "Babam Sağolsun" dizisinin börekçi Adnan'ı ve eşi Rahşan'ını "Üç Arkadaş" filmindeki o fakir ama nezaket sahibi Salih Tozan, Fikret Hakan ve Semih Sezerli yerine koyanlara öfkeli falan değilim...
Olabilir...
Demokrasi aynı zamanda "tercih özgürlüğü" değil midir?..
İyi ama sevgili Barlas...
[page_end]
Bizlerin tercih özgürlüğümüz de yok mu?..
Bizler de "Üç Arkadaş" filmindeki o fakir ama nezaket sahibi Salih Tozan, Fikret Hakan ve Semiz Sezerli'yi; "Babam Sağolsun" dizisinin börekçi Adnan'ı ve eşi Rahşan'a tercih edemez miyiz?..
Edersek ayıp etmiş mi oluruz?..
Ya da sevgili Barlas...
Oğuz Haksever'le birlikte sunduğunuz o muhteşem "Makam Farkı"nı dinlemek varken biz de Serdar Ortaç mı dinleyelim yani?..
Melihat Gülses'in gerçekten "Gül" yaprağı yumuşaklığındaki sesini dinleyip kulaklarımızın pasını silmek yerine, Demet Akalan'ın şarkı olduğunu zannettiği çığlıklarına mı tahammül edelim?..
Söyleyin lütfen...
Münir Nurettin Selçuk'un, I. Mahmut'un güftesinden bestelediği "Varalım kû-yi dilaraya gönül Hû Hû diyerek"le başlayan Hüseyni eserini bırakıp da "Kara biberim" sululuklarına mı katlanalım?..
Sizin gönlünüz "Değişim" adına razı olabilir mi bu işkenceye?..
Sevgi dolu saygılarımla...
Adnan
adnanberkokan@gmail.com
Tamam sevgili Barlas...
Bugünkü (05.06.2011) SABAH'ta başlığı altında yayımlanan makalenizde genellikle doğruları söylüyorsunuz...
Ve haklısınız da...
Ama...
Nasrettin Hoca'nın fıkrasında olduğu gibi; "hırsızların hiç mi suçu yok?"
Hani diyorsunuz ya;
Hiçbir şeyi unutmamak ve daha kötüsü bazı olayları yanlış hatırlamak çok da iyi değildir.
Bendeniz de eski siyasetçileri
tanıyanlardanım sevgili
Barlas... Ama... "Nerede o eski siyasetçiler?" diyenlerden de değilim... Ama... Şöyle bir maziye dönüp, gezinelim... İsmet İnönü - Adnan Menderes arasındaki kavgayı net hatırlayamasam da üslûplarının "küfürlü" olmadığını biliyorum... İkisinden birinin diğerine "ahlâksız, ahmak, alçak" dedikleri ne duydum, ne de bir yerde okudum... İsmet İnönü - Süleyman Demirel kavgalarını gazetelerden okur, radyo haberlerinde dinlerdim... Ne küfür vardı, ne hakaret... İnönü'den sonra aynı siyasi kavgalar Demirel ile Ecevit (merhum) arasında sürdü... Aralarına Erbakan da katılırdı çok kere ve ikisine birden saydırırdı ama bunu espriyle yapardı... Demirel Ecevit'i ağır sözlerle eleştirmek istediğinde bunu kendisi yapmaz, söyleyemeyeceklerini (söylememesi gerekenleri) AP Antalya Milletvekili İhsan Ataöv'e ısmarlardı ki O da asla küfür ve hakaret etmezdi... Derken, Özal ile Demirel kavgaları başladı ancak çok kısa sürdü (Demirel ne kadar çok rakip başbakan eskitmiş meğer)... Elbette Çiller - Yılmaz kavgaları unutulur gibi değil... Ancak... Allah şahidimdir ki birbirlerine ne "aptal" dediler, ne "edepsiz" ne de "ahmak"... |
Örneğin sizin geçmişteki başarısızlıklarınızı hep başkalarının kötü niyetlerine bağlamanızda ve onlara sürekli kin beslemenizde, ne gibi bir yarar olabilir ki?
Olsa olsa kan davaları ürer...
Ayrıca geleceğe hep ürküntü ile bakılır. İnsanın girişimci dürtüleri, yerlerini ürküntüye ve hatta pısırıklığa bırakır.
"İşte bu cümleleriniz" diyorum...
Neden hep hatalılar, hatalarını unutsun sevgili Barlas?..
Bazen de hatalarını unutan ve hatta pişmanlık duyanların hataları "hatırlanmasa" olmaz mı?..
O hataları bir türlü unutmayanların hafızaları da zaman zaman tembelleşse her taraf Ergenekoncu mu dolar?..
Neden "hatalar silinemez" olurken, "Başarılar"ın insan beyninde kalma oranı bir balığın hafıza süresiyle eşitleniyor anlayamıyorum?..
Hatırlıyorsunuzdur...
Animals altmışlı yıllarda dillerden düşmeyen o ünlü şarkısında; "Oh Lord!.. Please don't let me be misunderstood" diyordu...
Sevgili Barlas;
(Ne hikmetse) Tanrı o izni vermekten bir türlü vazgeçmiyor(!)..
"Yanlış anlaşılmaktan korkanların korktukları başlarına geliyor" hep...
Hem de Tanrı'nın izniyle(!) geliyor..
Meselâ bendeniz...
Hayatımda öyle çok hata yaptım ki...
Buradan İzmir'e asma köprü olur...
Mevcudiyetimin temel gerekçesi hata belki de...
Ve öyle çok yanlış anlaşıldım ki...
Ama her zaman mı?..
Hayır...
60 yıllık ömrümün belki 3-4 yılı hatayla ve yanlış anlaşılmayla dolu...
Ama...
Son 14 yıldır; o 3-4 yıllık hata hücresinde hapis yatıyorum...
Her zaman övündüğüm ve övüneceğim adımı soyadımı bile kullanamıyorum da "Takma isim"le yazıyorum...
Neden?..
Beni çocukluğuma kadar taşıyıp ondan sonrasını da "kapsama alanı" içine alan medyamızın ve siyaset dünyamızın "Kuvvetli hafızaya sahip(!)" "saygın(!)" ve aynı zamanda "etkin(!)" kişileri sayesinde...
Tamam...
60 yıllık ömrünün 3 veya bilemediniz 4 yılını "geri zekâlılık" içinde geçirmiş bir kul olarak hatalıyım...
Ve hatta...
Diyelim ki buna rağmen kendimi suçlamıyorum ("meselâ" dedim)...
"Heeyyyttt lannn!" diye babalanıyor; "Hatasız bir kulum, herkesin yamuk yaptığı, nadide bir pulum" diye bağırıyorum...
İyi ama...
Buna rağmen neden başkaları, aklı başında büyüklerim(!) "hadi kardeş biraz sakin ol... Sen de sütten çıkmış ak kaşık değilsin, kendine gel ki biz de yaptıklarını unutalım" demedi, demiyor...
Kaldı ki...
[page_end]
Dörtyüz küsur sayfalık kitap yazdım...
Hatalarımı da sevaplarımı da (her şeye rağmen başarılı olduğum dönemlerim de var yahu) döktüm bir bir ortaya...
Yanlışlarımı kabul edip, kırdığım insanların tümünden özür diledim...
Başarılarımı da hiç mütevazılığa kaçmadan haykırdım...
Ama...
Görmek isteyenler orada anlattığım günahlarımı görüp aktardılar okurlarına da bir teki bile "yahu bu adam iyi şeyler de yapmış" demedi...
15 kitap yazdım; bir Allah'ın kulu çıkıp da "iyi olmuş" ya da "berbat" demedi...
Hem ki o kitaplarımdan biri çok uzun süre "Çok Satanlar" raflarında yer buldu kendine (D&R ve İnkılâp'ta)...
"Çok Satanlar" rafında yer alan her kitabın yazarıyla sohbetler edildi, ekranlara çıkarıldı ama ben görmezden gelindim...
Neden?..
28 Şubat'ta darbeci generallere kuryelik yapan "güçlü"(!) yazarlarımız ve patronlarıyla mücadele ettim diye...
Yani sevgili Barlas;
60 senesi hep icraatlar içinde geçmiş birinin kabahatı olmaz mı?..
Hani icraatla kabahat kardeşti?..
Sevgili Barlas...
Anlattığınız öyküdeki gibi...
Yanlış bilgilere dayalı takıntılarımız, saplantılarımız ve önyargılarımız halen sürüyor...
"Derin Kıyamet" isimli romanımın ön kapağına şöyle bir not düşmüştüm:
"Bilgi, bilmemiz istenen şeydir"...
"Bilmemiz istenen şey"in doğru olması mümkün mü?..
İki boksör ringde kıyasıya
dövüşüyorlar.. "Kıyasıya" dediysem biri diğerini ha bire dövüyor... Ama dayak yiyen her gongtan sonra köşesine çekildiğinde antrenörü tarafından, "harikasın, adamı perişan ettin" diye yüreklendiriliyor... Salt o yüreklendirmeyle ayakta durmayı başaran boksör son gongla köşesine çekildiğinde yine aynı "gazı" yeyince dayanamıyor, inleyerek soruyor: "Yahu koç!.. Ben adamı perişan ediyorsam beni ringte habire döven adam kim?" |
Onun içindir ki; bazılarımızın kimilerinin beyninde halen ve hem de "habis bir ur" gibi taşındığımız "Acı Gerçeği" yalan değil, aynıyle vâki...
Yani sevgili Barlas;
Haklısınız...
Hatırlamak bazen yaşamaktan daha ağırlıklıdır insan beyni açısından...
Ama doğruyu bilmek daha da ağırlıklı değil midir?..
Ve...
Yandaki kutucuklardan birinde anlattığım ekonomik doğruyu bilenlerin sayısı, bilmeyenlerin sayısının sadece % 10'u ise bu kimin suçudur?..
Doğruyu bilenlerin mi?..
Bilmeyip her "milli gelirimiz iki mizli arttı" denildiğinde "Yaşşaaa! Varo lll!.. Nur olll!" diye bağıranların mı...
Yok yok...
Bendeniz "Nerede o eski kavunlar?" diye oflayıp puflayanlardan değilim...
Son sekiz yılda ekonomimizde (en azından büyük şehirlerimizde, karayollarımızda, enerji sektörümüzde, konutta, sağlıkta ve en önemlisi TSK'nın siyasete burnunu sokmasının engellenmesinde) nasıl da çok başarılı işler yapıldığını görüyor, hükümetin ve Başbakan Erdoğan'ın hakkını teslim ediyorum...
Pembe tablo içinde anlatılan geçmişe dönük sanal mutluluk öykülerinin, bugünü karalamak için kullanıldığının da farkındayım...
Hatta...
[page_end]
O öykülerin bir de resmi ideolojinin öğretileri olarak eğitimle yeni kuşaklara ezberletildiğini ve işin iyice çığırından çıktığını da biliyor ve kahroluyorum...
Değişim ve gerçekçiliğin devletin, rejimin ve bütünlüğün tehdidi değil; umudu, müteharrik gücü olduğuna inanıyorum...
Statükoculuk ile devrimciliğin birbirlerine karıştırılmasından üzüntü duyuyorum...
Ama...
Ama sevgili Barlas;
Sevgili
Barlas; "Başarı" sadece kilometrelerce karayolu yapmak mıdır?.. Başarı sadece kişi başına milli, geliri arttırmak mıdır?.. Parası "Rezerv" özelliği taşımayan bir ülkenin milli gelirini arttırmaktan daha kolay ne var?.. 8 yıl önce de 1 Dolar = 1.60'tı; bugün de öyle... Ama milli gelirin TL. olarak değeri son sekiz yılın bileşik enflasyonuyla % 100 arttı... Yani; zaten üretim ve tükretim artmasa bile TL, "rezerv para" olmadığı için milli gelirimiz durduk yerde (kur sabit kaldığı için. Ve unutmayın ki 2001 krizi de bu bir tür sabit kur uygulaması yüzünden çıktı) % 100 artmış oldu... Merkez Bankası isterse yarın sabah paramızın değerini % 100 yükseltir, "1 Dolar = 0.80 kuruş" der ve milli gelirimiz bir kere daha % 100 artar... |
Örneğin İstanbul...
Allah aşkınıza bu İstanbullular, eski İstanbullular mı?..
"Evet" diyorsanız bizleri kim dövdü de kaçırdı İstanbul'dan?..
O insanları akın akın İstanbul'a çeken, güzelim İstanbul'u "gecekondu mezbeleliliğine çeviren siyasetçiler (günümüzdekileri suçlamıyorum) neden sadece "adres olarak İstanbullu" olmalarına "izin" verdi de "eğitim, görgü, gusto" olarak İstanbullu olmalarına "imkân" vermedi?..
Hasılı sevgili Barlas;
Amacım sizi eleştirmek değil (ki olabilirdi de çünkü o konudaki engin hoşgörünüzü bilenlerdenim)...
Ama...
Bir kez daha şunu sorgulamak istiyorum...
Bir insan hayatı sadece refah, maddi zenginlik, bir daire, bir otomobil, eksiksiz beyaz eşya üzerine mi kuruludur?..
Ya da salt giyim, kuşam ve yaşam özgürlüğü yeterli midir demokrat olmaya?..
Veya mini etek giyen "laik cumhuriyetçi", başını örten "Dinci, antilaik" midir?..
Tiyatrodan, konserden, baleden, operadan keyif alan başörtülüler ya da muhafazakârlar; tiyatrodan, konserden, baleden, operadan nefret eden laik cumhuriyetçilerden daha mı az çağdaştırlar?...
Demek istemem şu sevgili Barlas;
Üst yapılar bir milletin zenginliğini, ekonomik büyümesini anlatırken; kalkınmışlığını gösteren alt yapı fukaralığı için hiç mi eleştiri yapmayacağız?..
Bu üst yapıların yanında alt yapı hiç mi gerekli değildir?..
Ellili yılların sonuna doğru (1958) çevrilen "Üç Arkadaş" filmindeki o fakir ama nezaket sahibi Salih Tozan, Fikret Hakan ve Semih Sezerli'yi de mi unutacağız?..
Onların yerine, "Babam Sağolsun" dizisinin börekçi Adnan'ı ve eşi Rahşan'ı mı koyacağız?...
Pardon...
Ben, "Babam Sağolsun" dizisinin börekçi Adnan'ı ve eşi Rahşan'ını "Üç Arkadaş" filmindeki o fakir ama nezaket sahibi Salih Tozan, Fikret Hakan ve Semih Sezerli yerine koyanlara öfkeli falan değilim...
Olabilir...
Demokrasi aynı zamanda "tercih özgürlüğü" değil midir?..
İyi ama sevgili Barlas...
[page_end]
Bizlerin tercih özgürlüğümüz de yok mu?..
Bizler de "Üç Arkadaş" filmindeki o fakir ama nezaket sahibi Salih Tozan, Fikret Hakan ve Semiz Sezerli'yi; "Babam Sağolsun" dizisinin börekçi Adnan'ı ve eşi Rahşan'a tercih edemez miyiz?..
Edersek ayıp etmiş mi oluruz?..
Ya da sevgili Barlas...
Oğuz Haksever'le birlikte sunduğunuz o muhteşem "Makam Farkı"nı dinlemek varken biz de Serdar Ortaç mı dinleyelim yani?..
Melihat Gülses'in gerçekten "Gül" yaprağı yumuşaklığındaki sesini dinleyip kulaklarımızın pasını silmek yerine, Demet Akalan'ın şarkı olduğunu zannettiği çığlıklarına mı tahammül edelim?..
Söyleyin lütfen...
Münir Nurettin Selçuk'un, I. Mahmut'un güftesinden bestelediği "Varalım kû-yi dilaraya gönül Hû Hû diyerek"le başlayan Hüseyni eserini bırakıp da "Kara biberim" sululuklarına mı katlanalım?..
Sizin gönlünüz "Değişim" adına razı olabilir mi bu işkenceye?..
Sevgi dolu saygılarımla...
Adnan
Varalım kûy-i dilârâya gönül Hû diyerek Kokalım güllerini gonca-i hoş bu diyerek Şerbet-i lâl-i hayâli bizi öldürdü medet Gidelim kûyine yârin bir içim su diyerek... |
adnanberkokan@gmail.com