Bahri Kayaoğlu ölümün kıyısından döndüğü o anları yazdı
Gazeteci Bahri Kayaoğlu geçtiğimiz günlerde geçirdiği kalp rahatsızlığını bakın nasıl anlattı.
Gazeteci dostumuz, arkadaşımız Bahri Kayaoğlu geçtiğimiz
günlerde bir kalp spazmı geçirerek hepimizin yüreğini ağzına
getirmişti.
Türk basının deneyimli muhabirlerinden ve camianın sevilen ismi
Bahri Kayaoğlu, kendisini yoğun bakıma kadar götüren hastalığı ve
onu bu duruma getiren sigarayı bırakışına kadar olan süreci esprili
bir dille anlattı.
Sözü fazla uzatmıyor, sizleri Bahri Kayaoğlu'nun şiirsel dille
yazdığı o anlara götürmek istiyoruz. Bundan sonrası onun
kaleminden:
ÇOK GÜZEL BİR ‘KALP KRİZİ’
GEÇİRDİM…
Kalp krizinin güzeli olur mu?
Elbette
olmaz…
Peki,
neden başlığa bu ‘çok güzeli’ koydum.
Biraz sonra okuyacağınız metin, yaşanmış bir
gerçek öyküdür.
20
saat içinde 4 kez kalp krizi geçirip yaşama dönen birinin (ki o
benim), bu safhada kendisini hiç yalnız bırakmayan arkadaşlarına,
dostlarına ve akrabalarına olan minnetin ifadesidir.
Gösterilen sevgi seline
cevaptır.
İyi
ki hayatımın içindeler…
Bu
hikâyede ‘çok güzel’ olan
tabi ki onlardı…
Buyurun okuyun hikâyeyi şimdi ve içindeki ‘en güzelleri’ kendiniz görün…
***
‘İstanbul’dan babam gelmiş’
10 Şubat 2018 – Saat: 07.00 -
Zemheri ayaz beklerken yaz sıcağı koynunda bir Cumartesi sabahında
Ankara’ya iniyorum. Uzun süredir görmediğim Defne torunu görmeye
gelmişim. Damadım Ozan Gökbakar otogardan alıyor beni. Çankaya’daki
eve varıyoruz. Kızım Filiz, ‘İstanbul’dan babam
gelmiş’ havasında. Sevinç ile
kucaklıyor beni. Gündüzümüz Defne’yi mıncıklamak, yeni yeni
öğrendiği kelimeleri tekrarlattırmakla geçiyor. En iyi öğrendikleri
de hayvan sesleri. ‘Kedi nasıl konuşuyor’ diye sor, öyle bir ‘miyaavvvvvv’
der ki odada gerçekten kedi var
sanırsın. Kızın zaten geninde şovmenlik var. Şahan Gökbakar’ın
yeğeni. Daha 1.5 yaşında ama tam bir hayvanlar alemi dil bilimcisi.
Buradan Acun’a duyurulur: ‘Yetenek Sizsiziniz ’in yeteneği orada duruyor işte…
Neyse, reklamları bitirelim ☺
***
Dünürüm Nejat Gökbakar Deniz Kuvvetleri’nde
görev almış bir subay emeklisi. Dünya ülkelerinin tamamını dolaşmış
biri. Gündüzden haber vermiş; uzak doğu ülkelerine mahsus deniz
ürünlerinden bir kokteyl hazırlayacak. Akşam yemeği ziyafetine
20.30 gibi oturuyoruz…
Birkaç saat önce başlayan sırt ağrım var.
Aslında bu ağrı birkaç aydır var. Zaman zaman beni iyi terlettiği
de oluyor ama bugünkü ağrıyı, ‘üşüttüm’ galiba diyerek suçu Ankara havasına
atıyorum.
***
Yemeğin sonuna doğru sol omuzumun altından sırt
bölgeme hançer saplanmışçasına aniden bir ağrı giriyor. Bir iki
dakika içinde önce omuzuma sonra kollarıma iniyor. Göğsüme baskı
yapıyor. Nefes alamıyorum. Ter içinde kalıyorum. Daha önceki sırt
ağrılarına benzemiyor. Hayatımda ilk defa karşılaştığım bir ağrı
bu. Kaskatı kesiliyorum. Düşmemek için oturduğum koltuk kenarına
yapışıyorum sıkıca. Yüz hatlarımın gerildiğini, damarlarımda
kanımın adeta çekildiğini hissediyorum…
Durumumu ev sahibem Meltem Hanım fark ediyor
önce.
“Bahri Bey iyi
misiniz?
Nejat Bey, Ozan ve kızım koşturuyorlar telaşla.
Getirilen havlu ve kolonya ile yüzüm siliniyor. Sırtıma, boynuma
masaj yapılıyor. Sırılsıklam olan gömleğim, atletim değiştiriliyor.
Sırtımı boydan boya saran bir yün korse giydiriliyor. 15-20 dakika
süren bu şiddetli sancı birden yok oluyor. Üstümde ağır bir
yorgunluk bırakıyor ama rahatlıyorum yeniden. Meltem Hanım bu
durumun normal olmadığını söylüyor. Kalp krizi olasılığına atıyor
ortaya. Fakat hem ben, hem diğer hane halkı bu ihtimali anında ret
ediyoruz. Basit bir üşütme bu sadece. Ankara havasının beni nasıl
çarptığı dedikodusuna devam ediyoruz…
***
Saat 23.10 – İki saat önce anamı ağlatan sancı aniden
tekrar başlıyor sırtımın orta yerinde. Fakat bu defa daha etkili.
Bir önceki tek hançerdi, bu üç-dört hançerin birden batırılışı gibi
sanki. Ağrı omuzlarıma ağır bir külçe gibi biniyor, oradan iniyor
kollarıma. Yeniden kaskatı kesiliyorum. Damarlarımdan kanımın
çekildiğini yeniden hissediyorum. Anında ter boşalıyor başımdan
vücuduma. Göğsüme baskı yapan şiddetli ağrı adeta nefesimi
kesiyor. ‘Ah, ahh, ahhh’ diye kesik inlemeler dökülüyor dilimden. Panik
içinde herkes…
Meltem hanım olaya anında el
koyuyor. ‘Derhal hastaneye götürülecek Bahri Bey’
talimatını veriyor. Nejat Bey koşup
garajdan arabayı çıkarıyor. Bindirilip götürülüyorum
hastaneye…
***
23.30 – Özel Çankaya Yaşam Hastanesi
Acilindeyiz.
Birkaç hemşire ve görevli oturmuş derin bir
sohbetteler. Durumu anlatıyoruz. Umursamaz bir tavır var
arkadaşlarda. Nejat Bey dayanamıyor; derhal EKG’nin çekilmesini ve
kan tahlili istiyor. Hemşire kızımız, yandaki odaya alıp damarıma
iğneyi adeta daldırarak alıyor kanımı. “Sen misin
sohbetimizin içine eden?” der
gibide bakıyor yüzüme…
EKG çekiliyor…
Bu arada gözlerini ovuşturarak, asık suratı ile
kirli sakallı biri geliyor.
Doktor beyefendiyi ya uykusundan kaldırdık ya
da TV başında dizi film izliyordu.
Rahatsız ettiğimiz için acaba özür dilesek mi
düşüncesindeyim...
Hemşirenin uzattığı,
10.02.2018. 23.33 tarih ve saati yazılı EKG kâğıdıma şöyle bir bakıyor…
“Üşütmüşsünüz… Sırt ağrınız o
yüzden… “
Hay Allah razı olsun senden…
‘Bak yalancı çıkarmadı beni’ diye geçiriyorum içimden.
Ee
peki, şimdi ne yapacağız…
“Hemşire hanım kas gevşetici bir
iğne vuracak size”
“Yav iğneden falan korkarım ben… Bu iğnenin toz halinde içileni
falan yok mu?” diyecek oluyorum.
Ters ters bakıyor yüzüme…
“İğneyi vurulacak mısınız
vurulmayacak mısınız?”
Geçirdiğim iki şiddetli ağrının tekrarlanmasını
asla istemiyorum. Dr. Beyin beni neredeyse dövecek olmasından da
korkuyorum…
“Tamam, vursun” diyorum.
Hemşire hanım, kaba etime tekrar daldırıyor
kocaman iğneyi. Rahatsız edilme öcünü bir daha alıyor
benden…
Kan tahlili sonucumu
soruyorum.
“1,5
saat sonra çıkacak. Beklemenize gerek yok. Zaten rahatsızlığınız
üşütme. Aksi bir durum olursa biz sizi cepten ararız.” deyip gidiyor
doktorumuz.
Hemşire hanım, 0312.4965151 tel no yazılı bir kâğıt tutuşturuyor
elime.
“Siz de
arayıp sonucu öğrenebilir siniz” diyor.
Çıkıp gitmeye hazırlanıyoruz. ‘Ödeme’
bölümünde görevli arkadaş,
‘hop nereye’ der gibi sesleniyor
bize.
“Borcunuz 42
TL.”
Emekliyim. Sosyal güvencem var. Üstelik
‘ACİL’e gelmişim. Ücret
alınmaması lazım ama ensemi kaşıya kaşıya ödüyorum parayı. İyi
mi?
Dönüyoruz eve…
Aşırı derecede yorgunum. Sırtımda hala hafif
bir ağrı var ama üşütmüşüm işte. İğnemi de vurulmuşum. Gönlüm
rahat. Uykuya dalarsam sabaha bir şeyciğim kalmaz
düşüncesindeyim…
***
11.02.2018 - Saat 09.00 - Gece hastaneden aranmadığımıza göre
‘kan tahlili sonucu temiz çıktı’ muhabbeti yapıyoruz kahvaltıda. Yine de
arıyorum verilen numarayı. Karşımda ses kaydı bir telesekreter…
Şuna bas buna bas yönlendirmesi yapıyor ama canlı biri çıkmıyor
maalesef karşıma. Yarım saat kadar uğraşıp vazgeçiyorum
Yaşam’ı
aramaktan…
***
11.02.2018 - Saat 12.00 - Ankara’dan İstanbul’a hareket eden Kamil Koç
firmasının 16 SOP 77 plakalı otobüsü ile seyahat ediyorum. (Firma
adı vererek reklamını yaptığımı sanmayın. Kaptanı Murat Kolancı’nın
hayatıma kattığı değeri öğrendiğinizde hak vereceksiniz.) Ankara
dışına çıkmak üzereyiz. Gece iki defa geçirdiğim sancı tekrar
giriyor, sol omuz hizası sırtımdan içime…
Aynı
durumlar tekrarlanıyor...
Aklıma ilk gelen sadece şu: “10-15
dakika kadar sürüyor bu sancı. Oğlum Bahri dayan…”
Başımı ön koltuğun arkalığına
dayayıp, yumruk yaptığım ellerimle başımı tutuyorum. Terim, büyüyen
gözlerimden akan gözyaşıma karışıyor. Saatime bakıp dakikaları
sayıyorum… Beş… Yedi... Dokuz… Her dakika sanki bir ömür… Öyle
yavaş dönüyor ki yelkovan, geçmiyor saniyeler. 20 dakika kadar
sonra yavaşlayan ağrı nihayet çekiliyor vücudumdan. Tonlarca yük
taşımış bir yorgunlukla yığılıyorum koltuğuma…
Ön sıralarda tekli bir koltukta
oturuyorum. Karşı sıramda biri yaşlı iki kadın, önlerinde bir çift
oturuyor. Önümdeki koltukta orta yaşlı bir erkek. Arka koltuğumda
genç bir kız. Kulaklarında kulaklık. Müzik dinliyor ya da film
izliyorlar. Yanlarında adam ölüyor. Kimse farkında değil
yahu…
***
Saat 14.45… İçinde bulunduğum
otobüs mola yerine girmek üzere. Son 20 saat içinde dördüncüsü
tekrarlanan rahatsızlığım başlıyor. O anda içgüdü dürtüsüyle, bir
yakınıma haber verme gereği duyuyorum.
Gazeteci arkadaşım Okan Sarıkaya’yı arıyorum.
Durumumu anlatıyorum…
Okan
var ya, çok acımasız. Beni ‘kalpten götürecek’ müjdeyi (!) veriyor anında…
- Bahri, şu anda kalp krizi
geçiriyorsun…
“Len
yapma, altı üstü bir sırt ağrısı bu…” falan diyorum. Fakat sırtımdan göğsüme bıçak
gibi saplanan bir sancı var. Omuzumdan kollarıma beton
ağırlığındaki ağrı yine iniyor. Nefes alamıyorum. Doğal kaynak suyu
gibi saçlarımın kökünden çıkan ter yüzüme ve boynuma akmaya devam
ediyor…
Okan, anlattırıp tekrarlattırıyor bana ağrının
oluş şeklini...
Ve
kulağımın içinde çın çın sesi… Durmadan bağırıp
duruyor…
- Oğlum
şu an kalp krizi geçiriyorsun…
- Bir aspirin bul hemen…
- Sakın sigara içme…
- Su iç… Başka bir şey yeme…
- Ayakta durma, otur bir yere…
- Durmadan öksür…
- Derin derin öksür...
- 112’yi ara…
- Yanında kim var?
- Bulunduğun yeri söyle ambulans göndereyim…
- Telefonu kaptana ver, konuşayım…
***
Okan Sarıkaya ile yirmi dakika
kadar sürüyor bu diyalogumuz. Hatta pazarlığımız…
112’yi arayıp ambulans
çağırmayı/çağırtılmayı ret ediyorum. ‘Bu dağın başında,
gelecek ambulans beni hangi hastaneye götürecek’ bahanesini öne sürüyorum. Bu arada sırtımdan
göğsüme ve kollarıma vuran ağrı nöbeti biraz hafifliyor. Terlemem
duruyor. Yeniden rahatlıyorum…
Okan hala telefonda. Tam bir inatçı
keçi. Ambulans çağırıp en yakın hastaneye beni göndermeye ikna
etmeye çalışıyor. Ben ondan daha inatçı keçiyim. Dün geceden beri
bu ağrı gibi tam üç seans daha geçirmişim. Dahası
rahatsızlığımın, ‘üşütmekten kaynaklı sırt ağrısı’
olduğuna dair sağlam belgem (!)
var. Yalan değil. On saat önce ikinci seansını yaşadığım ağrı
sonrası götürüldüğüm, Özel Çankaya Yaşam Hastanesi Acil
Servis doktorunun EKG’me bakarak
koyduğu teşhis aynen şöyle; “Üşütmüşsünüz… Sırt ağrınız o
yüzden… “ Hatta iğneden korkuyorum
dememe rağmen, “kaslarını gevşetir” diyerek, hemşire hanımın kaba etime soktuğu nah
şu kadar (yanlış anlaşılmasın, başparmağımı gösteriyorum) iğnenin
acısı hala duruyor, arka güvertemde…
Deneyimim var: İki-üç saatte bir,
sol omuzumdan başlayıp on, on beş dakika kadar süren ağrı bana ne
yapar ki? İstanbul’a kadar gelmek için ayak diretiyorum.
***
Mola bitiminde otobüsümüz
harekete hazırlanırken telefonu kaptana vermeye ikna ediyor
beni.
Ankara’dan buraya kadar
sürücü koltuğunda olan kaptan, dinlenme süresine geçmeye
hazırlanırken varıyorum yanına.
- Bir rahatsızlık geçiriyorum. Hatta
bir arkadaşım var, sizinle görüşmek istiyor, diyerek telefonumu veriyorum
kaptana…
***
Ohhh kurtuldum Okan’ın kulağımda
çınlayan sesinden! Derken, daha sonra adının Murat Kolancı olduğunu
öğrendiğim otobüsün kaptanı başıma dikiliyor. Diğer yolcuları da
paniğe sürüklemeden, ‘host’ dedikleri görevli kabin elemanına
sakince talimatlar veriyor. Islak mendil, kolonya, su ve bolca
kâğıt havlu geliyor. Sıkıca sarıldığım mont üstümden alınıyor.
Gömleğimin düğmelerini çözüp temiz hava almam sağlanıyor. Terim
silinirken göğsümün üstüne hafifçe masaj yapılıyor. Tansiyonum ve
nabzım ölçülüyor… Bayağı yükselmiş tansiyon rakamlarını Murat
kaptan telefonda Okan’a aktarıyor…
***
Okan’ı o an, ünlü kalp cerrahlarımızdan biri
olan Ordinaryus Prof. Dr. Afksendiyos Kalangos, Murat kaptanı da
asistanı rolünde hayal ediyorum. Ankara – İstanbul otobanında son
surat gelen bir otobüste, kalp krizi geçirdiğinden şüphelenilen
bana, Prof.un talimatları ile asistanı kaptan Murat, ilk fiziki
müdahale yapıyor…
Gazeteci değil de gerçekten
tıp mesleğini seçse, Ordinaryus Prof. Dr. Afksendiyos Kalangos’un
adı yerine şöyle bir kariyer görebilirdik…
‘İçinde bulunduğumuz yüzyılın en iyi
kalp cerrahı: Ordinaryus Prof. Dr. Okan Sarıkaya…’
***
Artık ne anlatıyorsa Prof.ümüz
telefondan kaptana, küçük küçük fiziki müdahaleler devam ediyor.
Derin derin öksürmemi teşvik ediyor. Ara ara ölçülen tansiyonum
normal rakamına iniyor. O ağrıdan, terden eser kalmıyor vücudumda.
Sapasağlam bir adam oluyorum. Ya da olduğumu sanıyorum…
Kaptan Murat, Okan’ın bazı
talimatlarını aktarıyor bana. Son talimat şöyle; “İstanbul
girişinde Mehmetçik Vakfı mola yeri var. Okan Bey oraya bir araç
gönderiyor. Sizi alıp hastaneye götürecekler.”
- Yahu ne gerek var, diyorum. “İyiyim ben. Hiçbir ağrım sızım
yok. Eve gidip dinlenirim ben…”
Dediklerimi aktarıyor Okan’a ve
aldığı cevapla telefonu derhal bana uzatıyor…
“Kardeş teşekkür ederim, şimdi çok iyiyim. Bırak evime gideyim. Şu
esir aldığın kaptanı da rahat bırak artık” falan diyeceğim ama benden önce o
davranıyor.
“Lan sen manyak mısın? Dün geceden beri bu dördüncü diyorsun. Son
krizi atlattığına şükret…” Ben hala “yahu üşüttüm, sırt ağrısı”
falan diyerek geveleyecek gibi
oluyorum. Lafı tıkıyor ağzıma. “Ne üşütmesi be… Sen şu an
bir hastanede olmalıydın… Mehmetçik Vakfı mola yerinde bekliyor
arkadaş. Alıp götürecek seni hastaneye…”
***
On beş dakika sonra varıyoruz mola
yerine. Daha otobüs durmadan Mehmet Yeşil dayanıyor kapıya. Kaptana
ve yolculara ilgileri için teşekkür ederek iniyorum. Okan’ın artık
sesi yok ama talimatları duruyor. Mehmet koluma girerek arabaya
götürüp bindiriyor.
“Nereye gidiyoruz” diyorum.
“Okan abi, Koşuyolu Kalp ve damar hastanesine götürmemi istedi
seni, abi” diyor.
“Yahu bir şeyim yok, iyiyim ben. Eh madem bu kadar telaşlandı Okan,
hatırı için gidelim” diyorum.
Arayıp konuşuyor. Beni aldığını,
hastaneye doğru gittiğimiz bilgisini veriyor…
Mehmet Yeşil, Okan Sarıkaya’nın
genel yayın yönetmenliğini yaptığı Yeni Birlik gazetesinin sayfa
sekreteri, genç bir arkadaş. Hastaneye doğru yol alırken güncel
olayları konuşup, memleketi birkaç defa batırıp sonra kurtarıyoruz…
Hastaneye yaklaşınca bir sigara yakmak istiyorum. Bu mevzuya yine
Okan’ı karıştırıyor Mehmet. ‘Vallahi söylerim’ diyor… “Söyleme, kıyameti koparır…”
diyorum. Gülüyoruz
halimize…
***
Saat: 17.25. Kartal Koşuyolu Yüksek İhtisas Eğitim Ve
Araştırma Hastanesi. Acil Servis Bölümü. Tahlil için kan alındı,
bir buçuk saat sonra verilecek sonuç. Çekilen EKG’min çıktısını
alarak nöbetçi doktor hanımın yanına gidiyorum.
Alıp
bakıyor, tren hattı gibi zikzaklı şekiller çizilmiş kağıda…
“EKG temiz görünüyor.
Kan tahlili sonucunuz çıksın tekrar konuşalım.”
Araya giriyorum: “Doktor hanım, müsaade
ederseniz bir açıklama yapayım.”
Sırada bekleyen hastalar var. Geveze birinin
gereksiz sorularla zamanını alacağı endişesi yerleşiyor yüzüne ama
yine de ‘buyur’ diyor.
“Bakın geçtiğimiz günlerde İTO
Başkanı rahmetli İbrahim Çağlar da aynı vakayı yaşadı. Gittiği
hastanede EKG’si normal çıktı ama gönderildiği evinde dört saat
sonra vefat etti…” diye damardan
bir giriş yapıyorum.
Konuyu uzattığım için yüzü
asılıyor ama tekrar alıp bakıyor EKG’me…
Ben
konuşmaya devam ediyorum...
“Son bir gün içinde yaşadığım bazı
rahatsızlıklar var. Anlatayım isterseniz, ona göre karar verin…”
Bu kez pür dikkat kesilip yüzüme
bakıyor; “Anlatın” diyor.
“Dün akşam saat 21.00 gibi yemek yiyorduk. Sol omuzumun kürek
kemiği altına bir ağrı girdi. Aniden şiddeti arttı ve omuzuma,
kollarıma yayıldı. Göğsüme baskı yaptı, nefes alamayacak duruma
düştüm. Ter içinde kaldım… On dakika kadar sürdü bu durum. Sonra
yavaş yavaş geçti ağrı…”
Hanım doktorun yüz ifadesinin
değiştiğini görüyorum. EKG’mi tekrar eline alıp dikkatlice bakıyor.
Bu sefer elindeki kalemle birkaç yerini daire içine aldığını
görüyorum. Anlatmaya devam ediyorum.
“İki saat kadar sonra tekrar aynı ağrı sol omuzumdan başladı… “
dememe kalmadan doktor hanım araya
girerek soru üstüne sorular sormaya başlıyor bana…
- Ağrı omuzlarına, kollarına, yüzüne yayıldı mı?
- Yayıldı…
- Birden mi geldi? Şiddetli miydi?
- Evet… Evet…
- Göğsünde ağrıyı hissetin mi? Nefes darlığın oldu mu?
- Evet… Evet…
- Terleme, bulantı…
- Evet… Evet…
Neredeyse; ‘yahu
dediklerinin hepsi oldu. Yanımda mıydın, nereden bildin?’
falan diyeceğim ama doktor hanımı
bir telaş sarıyor. Yerinden kalkıp çağırdığı görevlilere talimatlar
veriyor.
‘Hastayı EKO odasına alın, derhal…’
Hasta ben oluyorum, her
hâl…
Telefondan birine, ‘Acil’
diyor…
İki-üç hemşire birkaç erkek hasta
bakıcı işi gücü bırakıp koşturuyor.
Sedye üstüne yatırılıyorum…
Tansiyonumu ölçüyor bir hemşire...
Bir diğeri nabzımı ve ateşimi…
“Yahu doktor hanım, daha üçüncüsü ve dördüncüsü var bu ağrının.
Durun onları da anlatayım… Ama şimdi iyiyim. Telaş etmeyin…”
falan diyorum ama dinleyen
yok…
***
Ekokardiyografim (EKO)
çekiliyor.
Ekrandaki görüntüye
doktorlar ile birlikte ben de bakıyorum.
Ses dalgaları ile gelen görüntülere
dikkatlice bakan doktor, yanındaki doktor arkadaşına dönmeden yavaş
bir sesle soruyor.
“Benim gördüğümü sen de görüyor musun?”
Sanki bana sorulmuşçasına,
‘görüyorum’ diyorum…
Şaşkınlıkla dönüyor bana
doktor. “Ne görüyorsun amca?”
‘Amca’ demesine bozuluyorum ama
tepkinin yeri değil şimdi. :)
(Ahmet Tezcan'ın dediği
gibi. 'Artistlik yapma len, ne amcası dede bile olduk'
hâlbuki)
Gülerek cevaplıyorum;
“Yarısı çalışmıyor…”
Gerçekten gördüğüm o...
Pür dikkat ekrana kilitlenen diğer
doktorun fısıltılı sesini duyuyorum.
“Durmak üzere…”
Durmak üzere’ olan kalp, benim
kalbim…
***
Telaşları gittikçe
artıyor…
Doktorların verdiği talimatlar ile
hemşire ve hasta bakıcılar koşuşturmaya başlıyor.
Yattığım sedyeden kaldırılmadan bir
odaya alınıyorum. Üstümdeki her şeyi çıkarmam isteniyor.
‘Bari iç çamaşırım kalsın’ diyecek
oluyorum, “hayır” diyor
doktor. Kulağına aldığı telefonda konuştuğu kişiye, “çok
acil… “diyor. Hemşirenin biri 3
değişik hap tıkıyor ağzıma. Biri, kolumun damarına iğne sokuyor,
tıpalıyor, acil müdahale yatağı yapıyor. Nabzım, tansiyonum yeniden
ölçülüyor…
Ben hala ciddiyetinde değilim
işin, ‘Yahu iyiyim ben, durun biraz. Birkaç telefon etmem
lazım. Eşime haber vereceğim’ falan
diyorum...
Doktorum başıma
dikiliyor.
“Amca, diyor. “Şu an kalp
krizi geçirdiğinin farkında mısın?”
Bak yine ‘amca’ diyor, bari ‘abi’ de :)
Haydi, neyse kızgınlığımı belli
etmeyeyim.
Arsız arsız gülümseyerek
‘galiba öyle’ diyorum…
***
Saat: 17.33 Koroner Yoğun Bakım
Servisine alınıyorum. Artık doktorlarım farklı. ‘İŞLEM’
e hazırlanmam isteniyor
hemşirelerden. Kelimenin anlamını önce anlamıyorum. Hemşire ve
doktorlar tarafından o kadar sık kullanılıyor ki ‘işlem’
kelimesi. Sonra dank ediyor
cahil kafama… ‘Ameliyathaneye hazırlayın hastayı’
yerine, ‘işleme hazırlayın’
deniliyor. Tutuyorum bu kelimeyi.
10 puanı hak ediyor İŞLEM'in
isim babası...
(Habere giderken Takvim gazetesine haber oldu)
***
İşleme alınıyorum...
Başımda üç doktor, iki
hemşire…
Ekrana verilen görüntüde kalbimi,
içinde kan dolaşan damarları görüyorum…
Konuşmalardan çıkardığım sonuç şu: Damarlardan
dördünde sorun var. Biri yüzde 95 kapalı…
Risk faktörü yüksek…
Arkaya arkaya geçirdiğim dört kriz
kalp kapakçığını ve kılcal damarları zayıflatmış…
Zor bir müdahale olacak…
Açık ameliyattan vazgeçiliyor…
Stent takılacak bölümler
belirleniyor ve ‘İşlem’im
başlıyor. İki saat kadar süren İŞLEM tamamlandıktan sonra tam dört gün kalacağım
yoğun bakım bölümüne alınıyorum…
***
Bu hikâyeden çıkardığım ders sonucu şu:
20 saat içinde 4 defa kalp krizi
geçirip hayatta kalmam gerçekten mucize.
Allah bize doğarken sağlam bir
vücut içinde pırıl pırıl organlar veriyor.
Görmemiz için göz…
Duymamız için kulak…
Yürümemiz için ayak…
Tutmamız için el ve
kollar…
Vücudun her organının kendine göre
yaşamsal bir önemi var ama KALP başka…
Ana motorumuz o…
O olmadan yaşayamayız…
Ne yapıyoruz peki?
Sahip olduğumuz bir eşyaya
verdiğimiz değeri, özeni bu organlarımıza gösteriyor muyuz
acaba?
Bir arabamız varsa, onu düzenli
olarak bir servise götürüp bakımını yaptırıyoruz değil
mi?
Peki, KALBİMİZ için ne
yapıyoruz?
Kendi adıma öz eleştirimi
yapayım...
41 yıl boyunca vücudumu besleyen
ana ve kılcal damarlarını tıkamak için günde iki paket sigara
içtim…
Zaten yaptığımız meslek kalbe en büyük zararı
veren STRES in ana yatağı...
59 yaşına gelmiş bir adamım…
Bir güne bir gün onu alıp bir doktora götürüp
göstermiş değilim…
Kimden kıskandıysam artık
☺
20 saat içinde 4 defa kriz
geçirmesinde ne yapsın?
Siz siz olun başta KALBİNİZE ve tüm
diğer organlarınıza sahip çıkın.
***
Son bir şey
daha…
Hastanelere ve doktorların eline Allah kimseyi
düşürmesin…
Ama ihtiyaç olanı da Allah ne
hastaneden ne doktorlardan uzak bırakmasın…
***
16.02.2018 Saat 14.00
Hastaneden taburcu oldum,
evimdeyim.
Bünye halim, Allaha şükür
iyi…
Ruh halim, biraz
karışık…
Sebebi şu: Tamı tamına 41 yıldır
bir an olsun ayrı kalmadığımız, iyi günde kötü günde hep yanımda
olan, sevincimi ve kederimi paylaştığım, üstüme sinen kokusuna
servetler harcadığım, KALBİMİN DÜŞMANI sigaradan ayrıldım…
Asla pişman değilim…
***
TEŞEKKÜRLER:
*
Durumumu ilk öğrendiği andan itibaren gösterdiği olağan üstü çaba
ile beni hastaneye yetiştiren ve şu an hayatta olmayı borçlu
olduğum gazeteci arkadaşım, namı diğer Ordinaryüs Prof. Dr. Okan
Sarıkaya’ya…
*
Kamil Koç seyahat firmasının 16 SOP 77 plakalı otobüs kaptanı Murat
Kolancı’ya…
*
Beni yoldan alıp Koşuyolu Kalp Hastanesine götüren gazeteci
arkadaşım Mehmet Yeşil’e…
*
Olayı duyar duymaz hastaneye koşan, varlıkları ile destek olan,
eşim Gülnur Yeşilbaş Kayaoğlu'nun her dakika yanında olan Fatma
Aksu, Zafer Özdemir, Hadi Özışık, Mevlüt Yüksel, Şenol Gezer,
Pervin Sümer, Sevil Gulben, Genco Sabancı, İlhan Metin, Pınar
Kılıç, Ali Güven, Cengiz Kahraman, Alaattin Demirtaş, Cengiz ve
Fidan Özyürek, Muzaffer Gür, Adem Boleli, Ercan, Esat ve Ergün Gür
ile buradan isimlerini sayamadığım yüzlerce arkadaşıma ve
akrabama…
*
Koşuyolu Kalp Hastanesi doktorları:
Başta başhekim, Prof.Dr. Mehmet Kaan Kırali,
Uzm. Dr. Servet İzci, Uzm. Dr. Şeyhmus Külahçıoğlu, Dr. Mehmet
Çelik, Dr. Özkan Candan Dr. Zübeyde Bayram ile emeği geçen tüm
hemşire ve görevlilere...
Teşekkürlerimi sunuyor, borç
biliyorum…