Babası Reha Muhtar eczacı olsun istiyormuş!

Vatan yazarı Reha Muhtar ile babası Cemal Muhtar ilk kez birlikte röportaj verdi. İşte Zaman'daki o söyleşi...

GAZETECİLER.COM - Vatan yazarı Reha Muhtar ile babası Cemal Muhtar ilk kez birlikte röportaj verdi. İşte Zaman'da Bünyamin Köseli'nin imzasını taşıya o söyleşiden çarpıcı başlıklar:

'Reha Muhtar' denilince yüzlerde hemen bir tebessüm beliriyor ve o bilindik soru çıkıveriyor ağızlardan, "Acı var mı acı?" Muhtar, yaptığı ciddi işlerle değil de böylesi bir soruyla anılmasına aldırış etmiyor, "Hayatı çok ciddiye almayacaksın fazla ağırlık yapar!" diyor. Reha Muhtar ile 82 yaşındaki ilahiyatçı babası Cemal Bey'i bir araya getirdik, ailenin Kerkük'ten İstanbul'a uzanan macerasını dinledik.

Kerkük'te doğup büyüdünüz. Şehre dair neler var anılarınızda?

Cemal Muhtar: Babam Tevfik Muhtar, her gün bir cüz Kur'an okurdu. Herkes ona Molla Tevfik derdi. Medreseyi bitirmişti, dindar bir adamdı. Sarıkamış gazisiydi. Soğuktan donduğu için beş parmağını kesmişlerdi. Kerkük'ün en büyük mahallelerinden birinde 25 sene muhtarlık yaptı. Soyadımız da oradan geliyor. Her akşam ne yapar eder Ankara Radyosu'nu dinlerdi. 1958'de Ankara'ya geldim. O tarihe kadar Kerkük'ün yüzde 80'i Türk'tü ve Türkçe hâkimdi. Babam, Kerkük ve çevre vilayetlerin Türkiye'ye bağlanması için çalışan gizli bir teşkilatın içerisindeydi. Babamın gözü açık gitti. Kerkük'ün Türkiye'ye bağlanmasını çok istiyordu. Ama ben umudumu kestim tabii.

Eşiniz Ferdane Hanım, okumak için Bağdat'a geliyor. Burada tanışıp evleniyorsunuz. Nedir evliliğinizin hikâyesi?

C.M.: Eşim, Türkiye'de edebiyat fakültesini bitirdikten sonra 1956'da Arapça öğrenmek için Bağdat'a geliyor. Ben de o yıllarda Arapça öğretmenliği bölümünde okuyorum. Türklerin geldiğini duyunca çok sevindik çünkü müthiş bir ilgi var o zamanlar Türklere karşı. Baktım üniversitenin bahçesinde bizim arkadaşlardan Arapça öğrenmeye çalışıyorlar. Tabii ben de yardımcı oldum onlara. Ferdane Hanım'la bu vesile ile tanıştık.

Ferdane Hanım, o yılları anlatırken, 'Laik, Atatürkçü bir kızdım, başımda şapkayla indim Bağdat'a.' diyor. Siz ise daha dindar bir aileye mensupsunuz.

C.M.: Aramızda bir sıkıntı olmadı, çünkü Türkiye'ye karşı müthiş sempatimiz vardı. Biz Türkiye'nin her şeyini doğru olarak görüyorduk. Eşim kendisini laik olarak tanımlıyordu ama inançlıydı. Allah'a, Peygamber'ine ve kitabına inanıyordu. Ramazan aylarında orucunu tutuyordu.

Ailenizde bu evliliği yadırgayanlar oldu mu?

C.M.: Hayır. Babam çok dindardı ama odasında Atatürk'ün fotoğrafı vardı. O zamanlar Türkiye'nin nüfusu 14 milyondu ve herkes Atatürk'ü ülkenin kurtarıcısı olarak görüyordu.

Üniversitede Arapça okutmanlığı yapmak için Ankara'ya geldiğinizde sizi en çok etkileyen ne olmuştu?

C.M.: Apartman kültürü bana çok ilginç geldi çünkü biz müstakil evlerde oturuyorduk.

Eşinizin oğlunuz Reha'nın üzerine çok titrediğini, bunu hiç tasvip etmediğinizi söylemişsiniz. İlerleyen yıllarda bu ilginin ters teptiğine mi şahit oldunuz?

C.M.: Reha, tek çocuktu. İster istemez büyük ilgi oluştu üzerinde. Bir çocuğun her istediğini yapmamak, ona 'hayır' demesini bilmek gerek. Ben hâlâ aynı kanaatteyim.

Neden sadece bir çocuk yapma kararı aldınız?

C.M.: O günlerde herkes bir çocuk yapalım ama iyi yetiştirelim diye düşünüyordu. Sanki bir çocuk yapmak modaydı ama bu doğru değil. Şimdi olsa farklı olurdu.

Geriye dönüp baktığınızda, 'Ben istediğim tarzda bir evlat yetiştiremedim.' diye mi düşünüyorsunuz?

C.M.: Elimden geldiği kadar iyi yetiştirmeye çalıştım Reha'yı. Gazeteci olmasını değil de eczacı olmasını istiyordum. Yaşlanınca ben de dükkânda ona yardım etmek istiyordum. Ama o, ısrarla gazeteciliği seçti.

Gazeteci olmaya nasıl karar vermiştiniz?

Reha Muhtar: Anne ve babamın üzerimdeki baskılarından sıyrılıp kendi kararlarımı almaya başlayınca sol siyasi düşüncelerden etkilendim. Zaten sol siyasetten etkilenince gazetecilikten başka bir seçeneğiniz kalmıyor fazla. Abdi Bey öldürülmüştü. Ölümler, beni mesleğe çağırdı.

Reha Muhtar'ın gazetecilik ve televizyonculuk yaptığı dönemlerde tasvip etmediğiniz, eleştirdiğiniz yönleri oluyor muydu?

C.M.: İşine karışmak istemedim. Nasıl o benim hocalığıma karışmıyor, ben de ona karışmadım. Herkesin kendine göre bir düşüncesi var. Oğlum şunu yap bunu yap deyip çok baskı kurmak doğru değil.

Reha Bey nasıl bir çocuktu?

C.M.: Çok usluydu. Biraz büyüyünce çok üzerine düşüldü. Başına buyruk oldu ve hâlâ devam ediyor bu hali!

Siz Reha Bey'in daha dindar olmasını mı istiyordunuz?

C.M.: Biz farklı kuşaklardanız. Dindar olacaksın diye zorlasam ters teperdi. Kendine göre bir yol buldu.

R.M.: Babamdan bana yadigârı hiçbir gizli kapaklı işe bulaşmamak oldu. O benim bilinçaltıma kazındı. Gizli kapaklı işlerden uzak durmamın sebebi babamdır. Yani o bir egonun terbiye olması.. Gençlik yıllarımda çok radikal düşüncelere sahip olmama rağmen gizli kapaklı işlerin içine girmedim.

Radikal düşüncelerden kastınız sosyalizm mi?

R.M.: Tabii ben üniversitede sosyalizmi yaşadım, sosyal demokrasiyi de yaşadım. Yaşanabilecek her şeyi yaşadım. Ama gizli kapaklı işlere bulaşmadım. Zaten gizli kapaklı işlere bulaşırsanız, eşiği aşarsanız, sizi alır devşirirler.
 

Biraz daha açarsanız...

R.M.: Eşiği aşıp devşirilirseniz sizi herkes kullanabilir. Derin devlet kullanır, istihbarat örgütleri kullanır... Kendi eşiğini bilmen gerekir. Geriye dönüp baktığınızda ben ne yapmışım dememek için...

Ankara'ya geldikten sonra Kerkük'e hiç gittiniz mi?

C.M.: Başlarda iki yılda bir gidiyordum. En son 1974 yılında gittim. Saddam Hüseyin'den korktuğum için bir daha gidemedim çünkü bana 'ülkene dön' demişti. Ben de Türkiye'yi bırakamadım. Reha o zaman okula gidiyordu. Çevrem buradaydı. Kara listeye girmişimdir korkusuyla dönemedim.

Saddam sonrasında ziyaret etmeyi düşünmediniz mi?

C.M.: Korktum, ne olacağı belli değil. Bir de artık sağlık sorunlarım var. Felç geçirdim, 82 yaşıma geldim ve zor yürüyorum. Akrabalarım, 'Buralara gelme, Kerkük'ü görürsen kahrolursun.' dediler.

'Gazeteci bohem olur' diye öğrendik!

R.M.: Ben hayatımı sıfırladım. Her şeyim ilk 50 seneden farklı. Eskiden meslek ağırlıklıydım. Mesleğin dışında başka bir şey olabileceğini düşünmüyordum. Hayatımın merkezi insan ağırlıklı. Babam, annem, çocuklarım... Hayatımın çerçevesi değişti. İki kuşak arasında genetik ve kültürel köprü oldum adeta. Ben bohem bir adamdım. 'Gazeteci bohem olur' diye öğrendik. Artık o bohem tarzı ailemle yaşıyorum. Bir tarafta iki yaşlı çocuğum bir tarafta da üç çocuğumun sorumluluğu üzerimde olduğu için sağlıklı yaşamak zorundayım. Bu ailenin çadırının direği olabilmek için.

ECEVİT, GÜLEN KONUSUNDA BANA PUSULA OLDU

"Hayatı çok ciddiye almayacaksın, fazla ağırlık yapar! Beni nasıl algılıyorlarsa hayat öyle bir şey, ne takacağım abi! Gazetecilik dediğin şey öyle çok ciddiye alınacak bir meslek değil! Meslek, amatör gazetecilik haline geldi zaten sosyal medyayla. Herkes Twitter'da kendi gazetesini çıkarıyor."

Meslekî açıdan pişmanlıklarınız var mı?

R.M.: Bir şey oluyorsa olması gerektiği için oluyordur. Evren belirli bir anda olabileceği şeylerin en mükemmelini sunuyor. Onun üzerine onu sorgulamak gibi düşünceleri çoktan terk ettim. Hayata pişmanlık olarak bakmıyorum. Olaylardan dersler çıkararak ruhun tekâmülüne doğru ilerlemeye çalışıyorum. Bütün hayatı mesleğim üzerinden okurdum. Onun dışında bir okumam yoktu. O yıllarda kimliğim sadece gazeteciydi. Hayatın bütününü gazetecilik olarak görüyordum. Şimdi hayatta hiçbir mesleğe hiçbir işe aidiyet duymamam gerektiğini hayat bana öğretti.

Bugün gazetecilik yapsanız neler değişirdi mesleğe bakış açınızda?

Şu andaki bakışım daha insanî olurdu. Daha fazla empati yapardım. Haberlerde isimleri geçen şahısların yerine kendimi daha fazla koymaya çalışırdım.

Kutsanmışlık algısı gazeteciliğe zarar mı veriyor belli bir noktadan sonra?

Her meslek kendi ritüelini oluşturuyor. Askerlikte de komutan 'Gidip öleceksin' diyor. Çünkü onun müktesebatında bu var. Hiçbir meslek bu kadar kutsanacak değere sahip değil. Bir müddet sonra bu kutsanmışlık sizi kendisine bağımlı hale getiriyor. 'Haberi ben tartışmam.' diyorsunuz. O zaman insan unsurları geri planda kalabiliyor çünkü siz olaya sadece haber gözüyle bakıyorsunuz. Meslek büyükleri bu şekilde empoze etmiş. Ne kadar çok haber gözüyle bakarsan o kadar büyük gazetecisin!

Bu bahsettiğiniz sertliği 28 Şubat döneminde fazlasıyla yaşadık. Günlerce Fadime Şahin'in görüntüleri sizin de yöneticilik yaptığınız Show TV kanalında döndü durdu. Bir provokasyon olduğunu sezinleyemediniz mi?

Fadime Şahin ve Ali Kalkancı olayının ben yıllar sonra başka bir operasyon olabileceğini anladım. Günü yaşarken yanılıyorsunuz. Bugün geriye bakınca, 'Ben bunu nasıl anlayamamışım.' diyorsunuz.

O günkü olayları uç uca eklediğinizde de mi bir darbe ortamının oluşturulmak istediğini kavrayamadınız?

Bu kolay değil. Bugün de gelecekte çıkabilecek çok şey olabilir ve siz ileride 'bunları nasıl görememişiz' diyebilirsiniz. Ben çok hesapsız bir adamımdır. Ben bir haberde şike olduğunu hissettiğim an o haberi yapmam. Bu adamlar bizzat devletin, birilerinin kullandığı adamlardır, bunda şike olduğunu sezsem ben bu haberleri yapmazdım. Birilerinin bana bir şeyleri empoze ettiğini hissettiğim anda haberleri yapmadım mesela.

Neydi bahsettiğiniz haberler?

Yapmadığım haberler bir empozeyi hissetmemden kaynaklandı. Size kasetler gelir mesela.

Nereden geliyordu kasetler?

Nereden bileyim ben! 'Haber merkezine geldi' diyorlardı.

Nerden geldiğini sorgulamıyor muydunuz kasetlerin?

Yok. Çünkü kasetler politikacıların konuşmalarını içeriyordu. Biz montaj mı, değil mi ona bakıyorduk.

Askerlerden size telkinler, tavsiyeler geliyor muydu bazı haberlerin yapılması noktasında?

Ben bu süreci çok fazla konuşmak istemiyorum. Çünkü adlî bir yargılama var. Sadece darbelerle hesaplaşma süreci olsa çok fazla şey var söyleyeceğim.

Bunun bir entelektüel hesaplaşmasının olduğunu düşünmüyor musunuz?

Bunu düşünüyorum kesinlikle. Adlî boyut bittikten sonra söyleyecek de çok sözüm var. Ben gazeteciysem, yazarsam bunu yapmak zorundayım. Bu hesaplaşmayı çocuklarıma yapmak zorundayım. Bir sürü gazeteciye teşekkür göndermişlerdi, bana gelmedi mesela! Başına buyruk kişiliğimin ilahi bir koruyuculuğu varmış demek!

İlk 28 Şubat suç duyurusu'nda sizin isminiz yoktu. Daha sonra sizin isminiz de eklendi listeye. Bir tedirginliğiniz var mı?

Hayır yok. Benim Türkiye adına bir tedirginliğim var. Artık karşılıklı bir yumuşamayla bir barış dönemine geçilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ben demokrasilerde devr-i sâbıkların çok uzun tutulmaması gerektiğini, yeni devr-i sâbıklara neden olmaması gerektiğini düşünüyorum.

Bu yumuşama söylemini biraz da Ergenekon sürecinin artık kapanması gerektiğini düşünenler kullanmıyor mu?

Onların ne istediğini bilemem. Benim hayatla ilgili düşüncem şudur. Ben 28 Şubat dönemi sürecinde de gidişatın doğru olmadığına inanıyordum. Şimdi ismini vermek istemediğim savcılar, 'şunun hakkında da takibat açalım bunun hakkında takibat açalım' derken bunun böyle olmaması gerektiğini o zaman da söylüyordum. O dönem bazı isimlerin üzerine gidilmemesi gerektiğini de aynı mülahaza ile savunuyordum.

Bahsettiğiniz kişi Fethullah Gülen mi?

Fethullah Gülen de var bunların içerisinde. Elbette. Gidiyordu zaten ABD'ye ama hâlâ bir takibat yapıyorsun. Gidiyor zaten. Daha ne istiyorsun yani, ne istiyorsun?

Siz zorunlu bir göç olarak mı algılamıştınız bu gidişi?

Ben öyle hissettim. Çünkü öyle bir çerçeve oluşturuluyordu. Bülent Ecevit'in duyarlılıkları vardı. Bana pusula olmuştur mesela Ecevit. Rahmetle anıyorum kendisini. Ecevit, çok ince bir dille Gülen'e, 'Hocam gidin.' dedi. Normalde bunu söylemez. 'Buradaki doktorlara baktırdınız mı?' der. O, Hocaefendi'yi kırmadan gitmesini salık verdi. Çok vicdanlı ve demokratik bir duruşa sahipti Ecevit.

28 Şubat sürecinde asıl hedefin Gülen Hareketi olduğu iddia ediliyor. Siz böyle bir şey sezinlediniz mi o dönemde?

28 Şubat döneminde rantın bir yerden bir yere kaydığını gördüm. Siyasî bir kamuflaj konuldu. Hedeflerden biri Fethullah Hoca'ydı. Askerî cenahtan bizzat Gülen'in tasfiye edilmesi gerektiği yönünde haberler geliyordu.

BEŞİKTAŞ'TAKİ KÜÇÜLME TÜRK FUTBOLU İÇİN HAYIRLI OLACAK

Eski bir yönetici olarak yeni yönetimin aldığı küçülme kararıyla Beşiktaş'ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Şer gibi görünen olaylar bazen hayırlı olabilir. Beşiktaş'taki bu kriz Türk futboluna yeni isimler kazandıracak. Mesela bir Olcay, bir Batuhan, bir Hasan... Beşiktaş küçülünce Olcay'ın oynama ihtimali artar. Normalde Quaresma'nın oynadığı yerde Olcay'ın oynama ihtimali yoktur. Türk futbolu için en az üç-dört tane yıldız çıkacaktır.

Çocukluktan beri fanatik Beşiktaşlı mısınız?

Küçükken Fener ve Galatasaray arasında gidiyordum. Evde Fenerliydim mesela. İlkokul öğretmenim beni çok severdi. İkinci annem gibiydi. Beni o Beşiktaşlı yaptı. İyi bir Beşiktaşlı olduğumu düşünüyorum!

Sezen, benim yalıyı gözetlediğini itiraf etti!

Yalı komşunuz Orhan Gencebay değil mi?

Onunla yalılarımız biraz uzak. Benim Sezen'le bir komşuluk ilişkim var. Onun yalısı tam karşıda. Dürbünü almış eline, oradan benim yalımı gözetliyor. Direkt karşımda beni izliyor. Bunu kendisi de itiraf etti. Onun hâlâ beni gözlediğini düşünüyorum! Orhan Gencebay'ın yanında çalışan bir bayanın da burayı gözlediğini söylediler. Bir de Nebil Özgentürk'ün de sürekli benim evimi gözetlediğini düşünüyorum yukarıdan!