Babam solcu başladı, İslamcılığa geldi
Habertürk'ün muhafakazar kızı Nihal Bengisu Karaca ile çarpıcı bir söyleşi...
GAZETECİLER.COM
''Bazen iki taraf da benden müsterih değil hissine kapılıyorum. Türkiye'de kutuplaşma var diyeceksek eğer; o gerilim üzerinden iki kutup var diyeceksek yani, bu iki kutup da benden yana rahat değil. Bu beni mutsuz etmiyor; mutlu da etmiyor.'' Bu sözler eleştirel bakışı, yorumları ve yazılarıyla İslami kesimin 'abilerini' de kızdıran Nihal Bengisu Karaca'ya ait. Karaca ile çocukluğundan çıktık yola; asker dedesini, babası ile yaptığı sert tartışmaları, psikiyatr eşini ve Habertürk macerasını konuştuk. ''Hiç cemaat tecrübem olmadı'' dedi; ''Fatih Altaylı racona uygun davrandı'' dedi ve bakın daha neler dedi...
Cerrah ve sanatçı ruhlu bir baba. Vakur ve mesafeli bir anne. 3 kardeş. Ankara'da geçen çocukluk yılları... Baba ve anneden neler öğrendiniz, hangi temel değerlerle büyüdünüz? Ailede asker kökenli biri var diye duymuştum...
Dedem evet asker ve fakat çok espirili, çok keyifli bir adamdı. Konyak içmeyi bırakıp namaza başladığı için başı üstleriyle derde girmiş bir albaydı. Garip olan şudur ki, çok uzun yıllar önce emekliliğini istemiş, ibadetini daha rahat yapabilmek için askeriyeyi bırakmış bir adam olmasına rağmen, bütün bunlara rağmen 28 Şubat'ta askeri haklı bulduğunu, askerse vardır bildiği, sizin aklınız ermez dediğini hatırlıyorum.
Asker olmak böyle bir şey. Emekli olmak bile yetmez askerlikten ayrılmaya, ruhu orada devam ediyor insanların. Kimilerine saçma gelebilir ama, ne zaman bir albay intihar etse dedemi hatırlıyorum. Askerlerin benim gibi insanlardan nefret ettiğini biliyorum. Ama benim burnumun direği tam o haberler geçtiğinde sızlıyor. Çünkü ben hayatımda iyi bir asker tanımış bulundum. Dedem iyi bir adamdı, kimse onun kadar içten kahkaha atamazdı, kimse istavritin iyisini onun kadar iyi seçemezdi, kimse İzmir'in yokuşlarını o tekerlekli pütükareli Pazar arabalarıyla öylesine dinç arşınlayamazdı ve kimse onun kadar huşu içinde namaz kılamazdı ve o aynı zamanda 28 Şubat'çıydı.
BABAM ÇİZMELİ KEDİ OKUMAKTAN BENİ MEN ETTİ
Anneannem öğretmen . Çok dominant
bir karakter. Dedemi ezdi geçti diye düşünmüşümdür hep. Ama
idealist. Tek kişilik sosyal yardım kuruluşu gibi. Fakir fukaranın
dostu, kollayıcısı. O da, başını örttükten sonra öğretmenliği
bırakmış, kendini dine diyanete yardımlaşmaya vermiş
biri.
[photos]
Babam yalancılığa özendiriyor diye 'Çizmeli Kedi' öyküsüne gıcık
kapacak ve beni bu hikayeyi okumaktan men edecek kadar 'doğrucu'
bir adamdı. Resim yapar, enstrüman çalardı ama ilkelerine ters
düşen şey ne kadar dokunulmaz olursa olsun geçiş üstünlüğü
vermezdi. Babamla küçükken aramızın çok iyi olduğunu hatırlıyorum.
Annem ise biraz soğuk bir kadındır üzerinize afiyet, ağırdır;
serüvenci değildir, her zaman hedefe kilitlidir.
Babam dindar bir kimliği seçtikten sonra üniversitedeki pozisyonu sarsıldı. Deyim yerindeyse şu 'ötekileştirilme' denen mesele ailenin kaderini epey bir belirledi. Üniversiteyi derece ile bitirmesine rağmen kadrosuz bırakılmalar, çeşitli tıp fakültesi dekanlarıyla yaptığı görüşmelerde 'bale sevmezmişsin, operaya gitmezmişsin, duyduk..' gibi cümleler duymalar filan. Bu nedenle birkaç kent gezdik. Oradan oraya taşınmalar. İlkokul dönemim 5 kere bölündü. Okuma yazmayı kendi kendime öğrenip ilkokula 2. sınıfta başlamama rağmen, geride kalan dört yıllık ilkokul için beş kere yer değiştirdim.
[page_end]
AİDİYET SORUNUYLA ÇOK ERKEN TANIŞTIM
Bu yer değiştirmeler çocuklukta size nasıl yansıdı? Nasıl bir çocuktunuz. Bilgiç, yaramaz, kendi halinde, duygusal, meraklı, içine kapanık?
Anaokulunda annem beni sosyalleşsin diye anaokuluna gönderdi, gitmek istemedim. Çok zorladı. O kadar inatçı bir çocuktum ki kapının yanında tam dört saat annemin gelmesini bekliyor, hiçbir etkinliğe katılmıyordum. Kalabalık ve yaşıtım çocuklar içinde mutlak bir inzivayı tercih ediyordum. Yalnız olmaktan hoşnuttum sanırım ve annemin tersini istiyor olmasından nefret etmiştim. Sonra rahatladım. Fakat bu kez de ülkenin doğusu ile batısı arasında sürekli yer değiştirme durumu başladı. Her seferinde yeni bir öğretmen yeni bir ortam. Dengen bozuluyor tabii. Kimi zaman işler iyi gidiyor, sınıfın yıldızı oluyorsun. Kimi zaman işler kötü gidiyor, sınıfın salağı rolü sana düşüyor. Bu elbette erken tanışılan bir aidiyet sorunu aynı zamanda .
BABAM SOLCU BAŞLADI, İSLAMCILIĞA GELDİ
Babadaki değişim nasıl oldu peki, sol değerlerini benimsemişken ne oldu da değişti?
Babadaki değişimle başlıyor zaten yer değiştirmelerimiz. Babam öğrenim hayatına başladığı zamanlarda her muhacir gibi katı Kemalist. İlk gençlik dönemini bitirdikten, Konya Maarif Kolejinden mezun olduğunda da Kemalist. Sol tandanslı gençler arasında bulunuyor, fakat Kemalist-sol tandansın dine hiç alan bırakmayan, dini aşağılayan tavırları ona ters geliyor. Atatürk sevgisi, Cumhuriyet sevgisi iyi hoş ama babam aynı zamanda Allah sevgisi çok yoğun olan bir genç. Sırf bu nedenle ülkücülerin arasından da geçiyor. İlk dini toplantılarla hatta ülkücüler vasıtasıyla tanışıyor. Ancak oradaki bazı problemler, aşırı sol düşmanlığı, ırkçı eğilimler filan, bu nedenlerle oradan da kopuyor. Bir zamanlar Ankara'da İktibas dergisi vardı; İslamcı akımlara aşina olan insanlar bilir. Ercüment Özkan grubu. İslamcı ve kentli bir hareketti. Onlar sayesinde İslam hakkında ilk ciddi birikimini elde ediyor. Daha sonra, onlardan da 'tasavvuf'u aşağıladıkları için kopmuş. Bu şekilde bütün cemaatleri, akımları denemiş, her birinden bir şey öğrenmiş ama sürekli eleştiren sorgulayan bir yapısı olduğu için azami biat bekleyen cemaatlerle de bir türlü tam uyum içine girememiş bir insan.
MESLEĞİMİ BABAMLA KAVGALARIMA BORÇLUYUM
Babanın bu kendini bulma süreci size nasıl yansıyor peki?
Evde sürekli tartışırdık. Eleştiri damarı bana babamdan geliyor aslında. Politika; kültür; sanat eleştirisi konusundaki tecrübelerimin ilk tohumunun ailede atıldığını sonradan anladım. Mesleğimi ergenlik döneminde babamla yaptığımız kavgalara borçluyum diyebilirim. Sert ithamlara maruz kalma ve bu ithamlar karşısında sürekli argüman geliştirmek zorunda kalma durumu ergenliğimi berbat etti. Ama bana dayanıklılık da kazandırdı. Daha kimse babamın itham-eleştiri-hesap sorma çıtasını aşabilmiş değil. Sağolsun beni iyi çelikledi. Beni antipatik bulanların bende neredeyse şefkat uyandırmasının hikayesi de ergenliğe gidiyor.
HER GÖRÜŞÜNÜ BEĞENMEM AMA KISKANIRIM
Nasıl yani?
Bende ailenin ilk oğullarına has o sendrom vardı. Babayla yarışma, kendini babaya beğendirme. Ama bunun hiç olamayacağını da bilmenin nefret uyandıran ağırlığı. Hayatta kıskandığım tek insan. Hala. Pek çok görüşünü benimsemiyorum ama onu kıskanıyorum. Kendisine ve hayatına mütevazi bir sevgi beslemekte, mesleğindeki dikkatini ve itinayı diri tutmakta, insanlarla delicesine sosyalleşmekte ve öğrenme isteğini hep canlı tutmakta bu kadar başarılı olan bir dindar daha tanımadım hayatımda. Elektra kompleksi gibi görünüyor ama değil.
ANNEMİ KISKANMAM AMA ONU GIPTA EDERİM
Anneniz bu tartışmalarda nerede duruyor peki? O da katılıyor mu?
Annem benim kankam. Ergenliği atlatmamdaki en önemli yardımcı kişi. Sonra çocuğumu büyüten kadın. Disiplinli, düzenli, tedbirci. Ama insanlığın her haline duyarlı. Haber bültenlerinde ağlar filan. Hayatımızı düzenler. Kendi mutluluğu hep en son sıradadır. Çok bilmiştir. Denge faktörüdür. Tek kelimeyle muhteşemdir. Onu kıskanmıyorum ama, ona gıpta ediyorum.
CEMAAT TECRÜBEM YOK AİDİYET DUYGUM HASARLI
Sizin ilk yer bulmanız İslami akımlardan hangisinde ne zaman oldu?
Yine çocukluğuma inersek eğer çocukken çok fazla yer değiştirmiş olmamın verdiği bir hasar var. Sahiplenme korkusu var. Durduğum yer neresi olursa, durmadığım yere ilgi ve dikkat yoğunlaşması oluyor. Bir aidiyet sorunu var. Girdiğim hiçbir mecraya ve oraya ait olacağım duygusuyla girmediğimi görüyorum. Biraz merak duygusunu gidermek için; biraz da muhabbetinden hoşlandığım insanların bilgisinden faydalanmak için yer almışım. Tabii dostluk başka. Bağlanabildiğim önemli bir kavram: Dostluk. Hep böyle olmuş, hayatımı buna göre dizayn etmedim ama geriye baktığımda böyle görüyorum. Cemaatler ve İslami akımlar ilgili bir çok şeyi kitaplardan ve insanları dinleyerek öğrendim.
Gazetecilik var mıydı o yıllarda aklınızın bir köşesinde?
8 Sütuna Manşet diye bir dizi vardı. O dizideki kadın gazeteci karakteri bana çok çekici gelmişti küçükken. Sonunda ölüyordu ama yine de hoştu. Gazetecilikle ilgili ilk çarpıcı imaj benim için o diziydi. Gazeteciliğin öyle parlak bir meslek haline gelmediği yıllara denk geliyor benim çocukluğum.
Sinema merakı da çocukluktan mı geliyor?
Evet. Altı-yedi yaşlarında Yeşilçam filmlerinin temel problematiğini kavramış ve hayran olmuştum. Ayrıca deliler gibi kitap okurdum. Bir ara bulunduğumuz küçük taşra şehrinin kitapçısında okuyacak yeni kitap kalmamıştı ve ben artık okuduğum kitapların kendi çıkardığım özetlerini yeniden okumaya filan başlamıştım. Ayrıca babam Steve McQueen ve Clint Eastwood hayranıydı ve doğal olarak ben de. Üniversite döneminde ise gazetecilik değilse de dergiciliğe yönelik bir sevgi gelişti. Dergiciliğe de kitap eleştirileri, sinema röportajları ve film eleştirisi alıştırmaları ile başladım.
Aksiyon'da başladınız dergiciliğe... O dönem merkez medyada çalışma isteği hiç aklınızdan geçmedi mi?
Merkez medya tanımı, mütedeyyin kesimin bir medyasının oluşması ile belirmiş bir tanımlama. Bugün kendisine merkez medya dediğimiz medya, kendisini muhafazakar kesimin medyasından ayırmak için bu tanımı geliştirdi. Benim mesleğe girdiğim 1994 yılında bile bu tanım kendisini bu denli tahkim etmiş değildi.
KONUŞMAKTAN ÇENE KEMİKLERİMİZ AĞRIRDI
Eşinizle bir röportaj sırasında tanışıp evlendiniz. Hikayesini paylaşır mısınız bizimle?
Tabii ki paylaşmam (Gülüyor). Televizyonda gördüm; pek de şirinmiş diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonrası iyilik güzellik.
Psikiyatr olması aile yaşantınıza nasıl yansıyor?
Bilinen meseledir. Kadınlar kendilerini anlayan, kendileriyle ilgili tesbitler yapan erkeklere ilgi duyarlar. Bu zaten belirli oranda bir cazibe yaratır. İkincisi psikiyatri benim ilgi alanım zaten. Benim evliliğimin sorumlusu Irvin Yalom'dur. Eşimin onunla tanıştığını söylemesi beni benden almıştı o dönem. Konuşacak çok şey vardı dolayısıyla, bizimki çok geveze bir ilişki oldu. Güzeldi de. Fakat kadınlar kendileriyle ilgili isabetli şeyler duyma saplantısını bir psikiyatrla evlenmeye kadar vardırmamalı. Evlenmeden önce duyduklarınız hep gizli kalmış hoş yanlarınız oluyor, bu kısım iyi. Ama evlendikten sonra iş değişiyor. Evlendikten sonra iş hakkınızda yapılan hasar tesbitini, hangi lapsusun, hangi fevri çıkışın aslında hangi tekinsiz nahoş yanınızla ilgili olduğunu duymak zorunda kalmaya dönüşüyor. Emin olun kimse bunları işitmek istemez. Kafanızdan geçenlerin anlaşılmaması için kendi kendinizi atlatırken buluyorsunuz kendinizi. Bir poker surat olurken. Bir de işin acı yanı, sizin ona 'manyak herif' demeniz onu bağlamıyor, ama onun size 'deli kadın' demesi, sizi bağlıyor. Çünkü o psikiyatr... 'Ya söylediği gerçekse?' kuşkusuyla baş edebilecekseniz, ya da gerçek bir mazoşist iseniz deneyin, değilse bulaşmayın.
Nasıl bir hayat hayal ediyorsunuz oğlunuz için?
Bir tercih yaptığında diğer seçenekte gözü kalmasın isterim. Yapabileceklerini yapan, kapasitesini aşan şeylere hiç takmayan biri olmasını isterim. Başarabildikleri ve başaramadıklarıyla kendisini sevmesini isterim.
HABERTÜRK AYNEN UMDUĞUM GİBİ
[page_end]
Gelelim medyaya... Habertürk'te mutlu musunuz?
Habertürk aynen umduğum gibi. Zaman'da olmayan bazı şeyler Habertürk'te var. Burada olmayan bazı şeyler de Zaman'da vardı.
Bir arayış içine girmenizin nedeni neydi peki?
Bir arayış içinde değildim. Teklif geldi ve 'neden olmasın?' dedim. Yaptığı tercihlerden pişmanlık duymamalı insan. Çünkü her ne yaşıyorsan ol, bunu yaşamasaydın öğrenemeyecektin. Öğrenemedikten sonra hayat neye yarar? Hayatta yaşayıp da barışamadığım tecrübe sayısı bir ya da ikidir.
Hangileri desem?
Tabii ki cevap vermeyeceğim.
Peki Habertürk de onlardan biri mi?
Hayır onların içinde Habertürk yok. Zaman da yok. Zaman'da geçirdiğim yılları da çok güzel taraflarıyla anıyorum. Hatırlarken hep gülümsüyorum.
HABERTÜRK'TE DE GÖNÜL BAĞI KURDUKLARIM VAR
Peki böyle radikal bir karar almak zor olmadı mı sizin için?
Ben kurumlarla değil insanlarla gönül bağı kurarım. Zaman'dan ayrılma meselesini o kadar da radikal bir karar olarak görmeyişim bundandı sanırım. Eğer sağlam bağlar kurabildiysem, zaten benimle gelecektir. Yazılarımı yazma konusu ise, nerede yazdığımın çok önemi yok diye düşündüm; zarftan ziyade mazruftur önemli olan. Öte yandan Habertürk'te yalnızım, çok yalnızım diye bir durumum da yok. Burada da az ama öz iş dışında görüşecek düzeye gelmiş arkadaşlıklarım var. Dahası Turgay Ciner'in mütevaziliğine ve çalışma azmine tanıklık etme şansını bu sayede yakaladım. Kenan Tekdağ gibi Bauman sevdiğinizi fark edip size bir kitabını hediye ediveren, entelektüel birikimi şefkat duygularını yok etmemiş, hem frapan zevklere sahip hem yerli kalabilmiş, çok şey öğrenebildiğiniz bir şahsı tanımış olmaktan son derece memnunum. Bir de Murat Bardakçı ve 'bitimsiz ve doyumsuz anıları' faslı var ki, derya deniz diyeyim. Bardakçı tarihin her zerresinden zevk alıyor gerçekten. Bir keresinde baktım keçi boynuzu yiyor, bana da ikram etti.
MURAT BARDAKÇI'DAN ÇOK KORKUYORUM!
Yediniz mi?
Evet süper sinir bozucu bir tat olmasına rağmen aldım ve ayıp olmasın diye yedim. Baktım kötü kötü gülümsüyor. 'Murat bey, siz bu minik anıdan bile bal yapabilirsiniz biliyorum, bakalım bunu nasıl çarpıtacaksınız?' dedim. O da 'şimdiden söyleyeyim' dedi, 'keçi boynuzu verdim onu bile yedi' diyeceğim. Şeytani bir kahkaha attı ve sahne siyaha düştü. Fellini filmi gibi. Çok korkuyorum kendisinden.
FATİH ALTAYLI RACONA UYGUN DAVRANDI
Bir röportajınızda Fatih Altaylı'ya ''Siz gazetenin hedef kitlesini benden daha iyi tanıyorsunuz. Bu anlamda beni yönlendirin. Yanlış anlamalara mahal verecek, okur kitlesini provake edecek bir kelime, bir cümle gördüğünüzde beni eleştirebilirsiniz'' dediğinizi dile getirmiştiniz. Bu sözden sonra hiç uyarı ya da yönlendirme aldınız mı?
Fatih Bey merkez medya raconu neyse ona göre hareket eden biri. Bana o zaman 'Tabii olur' demişti ama aslına bakarsanız bu tabii ki çok tercihe şayan bir yol değil. 'Nihal, bu bize ters bir yazı' demek aslında bir çözüm değil, üstelik bu tavırdan ses gelmez, iş çıkmaz. Hem O da biliyor ki ben tam da uyumuyla uyumsuzluğuyla bünyede farklı bir renk, farklı bir ses olarak ihtiyaç duyulmuş ve bu yüzden kendisine teklif yapılmış biriyim. Beni eleştirebilir, hatta bazen uyarabilirsiniz dedim, ama zırt pırt uyarı alsaydım bu kez bu durum 'bizim dokumuza uy, bize benze, bizim gibi ol' anlamına geleceği için tatsız bir süreç yaşanırdı bu kez de ona takardım. Dolayısıyla Altaylı'nın tutumu, ' doku uyuşmazlığı ise doku uyuşmazlığı, yazan insanlarız, uyumu da uyumsuzluğu da kamusal kimliklerimizin yansıdığı köşelerimizde yapmalıyız' şeklinde oldu. Tabii bu benim hüsn-ü niyetim. Gazetemiz hüsn-ü niyetin heyecan verici sonuçlar doğurduğu bir yer aynı zamanda.
[page_end]
İlk polemiği de 'Maktulün bir femme fatale olarak portresi' yazınızla yaşamıştınız.
Garip olan benim kıyamet koparan yazılarımın ortak noktası kadın meselesi ile batılı yaşam tarzlarının kesişme noktaları oluyor. Laiklik ve kadın meselesi çok iç içe geçmiş şeyler çünkü. Kadının süreceği hayatın dinamiklerine egemen olan, hayatın gidişatına da egemen olur. Yaşamı taşıyan kadın olduğu için bu böyle. Başörtüsü meselesindeki kilitlenmenin nedeni de bu, 'modern kadın' stereotipine dair söz söylemek de bu yüzden bu kadar zor.
KÖŞE YAZARI SOSYAL BİLİMCİ GİBİ OLMAK ZORUNDA
Medyada sizin algılanmanızla ilgili bir değişim oldu mu?
Kafasındaki belli klişelerle hareket eden yazarlar kırk yıldır aynı filmi gösteriyor. Öyle adamlar kırk yıl önce ne görüyorsa bazı şeyleri hala öyle görüyor. Ben hakkında analiz yapacağım gözlem yapacağım bir kişi, bir olay hakkında, o insanın ya da o olayın kendi iç referansını hesaba katmak gibi bir çabam olması gerektiğini bilirim. Köşe yazarı olmak mütevazi olmak demektir. Yarı yarıya sosyal bilimci gibi bakmak, böyle bir borcun olduğunu bilmektir. Böyle bakmaya hiç tenezzül etmeyen, otuz yıl önce kemirdiği tahtayı aynı yerden kemirmeye devam eden insanlar var, ya da onlardan öğrendiği klişeleri 'tiki' bir ağızla ve yeni nesil hayat tarzıyla birleştirip aktarırsa değişik olacağını sananlar... Bakışaçıları hiçbir yerde derinleşemeyen ve müfteri olmayı analiz yapmak zanneden. Anlattığı şeyi anlamaya tenezzül göstermeyenlere köşe yazarı deniyor . Beni bir yana bırakın, bugün tarafların keskinleşmesinden, ülkenin gerilim yaşadığından bahsediyorsak, eli kalem tutan aymazların holiganlığının da bunda payı var.
Bir yandan da 'dindarlığımı sorguluyorlar' dediniz bir yazınızda... Modernlik; muhafazakarlık... Siz neredesiniz?
Ben dindar olmaya çalışan bir insan olarak görüyorum kendimi. İnsanların hangi sıfatı yakıştırdığı ile çok ilgilenmiyorum. Okusun ve okuduğunu doğru anlamak için asgari bir özen göstersin bana yeter . Sonuçta şöyle bir şey oluyor:
Modernizmin kimi regülasyonlarına itiraz ettiğinizde modernist kamu kıyameti koparıyor. Dinin belirli bir yorumunun kadına yüklediği faturaya itiraz ettiğiniz yerlerde de muhafazakar kamu nezdinde şimşekleri üzerinize çekiyorsunuz.
İKİ KUTUP DA BENDEN MÜSTERİH DEĞİL
Habertürk'e geçtikten sonra daha mı çok kızdırmaya başladınız bazılarını?
Şöyle bir şey var; öyle anlar geliyor ki bazen iki taraf da benden müsterih değil hissine kapılıyorum. Türkiye'de kutuplaşma var diyeceksek eğer; o gerilim üzerinden iki kutup var diyeceksek yani, bu iki kutup da benden yana rahat değil. Bu beni mutsuz etmiyor; mutlu da etmiyor.
Bu duruma anlam yüklemiyorum fakat bazen tam da bu nedenle doğru yerde durduğumu düşünüyorum. Ben istesem her an bu uçlardan birine kayabilirim. Hatta iki uç da değil içimde belirecek beş adet uç bulabilirim. İçimden bir Sadri Alışık çıkarabilir, olmadı bir yerlerde gezinen James Dean'im üzerinde çalışabilirim. Sherley Temple'a sardırabilir, gizliden Dexter'imi var edebilirim. Ama bunu yapmıyoruz öyle değil mi? Zaman zaman savrulsak bile bir ölçüde dengeye gelmek zorundayız. Hayat bir denge ve ölçü arayışıdır. Hatta İslam önce 'kendini bil' diyerek, sonra sürekli 'ölçü' göstererek bize bu zorlu arayışımızda yol gösterir. Bütün ayetler bunu görelim diye adeta feveran eder. Ben siyaset yazmanın ve sinema yazmanın içimdeki uçları birleştirdiğine inanıyorum. Bazen keşke siyasetçilerimiz de bu işi benim kadarcık mesele etselerdi diyorum.
İŞTE HALK GÖRÜNCE ŞAŞIRANLARA TAVSİYEM
İzdivaç programları için ne diyorsunuz? AK Parti'ye oy veren muhafazakar kesimin başı örtülü kadınları televizyona çıkıp canlı yayında kendilerine koca arıyor. Bir yandan izlenme rekoru kırılıyor; ama bir yandan da çok eleştiriliyor bu programlar. Siz nasıl okuyorsunuz bu programları?
Bu programları sürekli izleyen kitle, bunların medyada çok bahsedildiği türde bir çığrından çıkmışlığa tekabül ettiğini düşünmüyor. Hatta medya medya olalı bir fare tutuyor, insanlara gerçekten faydası olan bir şey yapıyor diye düşünüyorlar. Bakın bizim entelijensiyamız özünde ahlaki olmayan estetik işleri yüceltmeye bayılırken, görünüşü kaba ve estetik yoksunu olmakla beraber özünde toplumun değer yargılarına uygun şeyleri yerin dibine batırmaya bayılır. Bir de halkı, medeni cesaret sergileme kapasitesi olmayan, yeni şeylere kapalı bir grup angut olarak kodlamışlardır. Dolayısıyla bu kişilere izdivaç programlarındaki mesafesizlik, içtenlik, iç dökmeye yatkınlık ve cüretkarlık çok ama çok garip geliyor. Türk halkı muhafazakar hedeflere varabilmek için her türden modern enstrümanı kullanabilen, bunu hiç dert etmeyen bir halk. Evlenmek onun için gerekli ve ideal bir durum. Buna anlam yüklüyor ve bu hedefe varabilmek için daraldıysa televizyona da çıkar, chat de yapar, evlilik sitesine de girer. Bu arada itiraflar gırla gider, kendini açar, eğlenmekte beis görmez, rezil olma takıntısı olmayan kendi sınırlı çerçevesinden taşmaya da hevesli olan bir halk var karşımızda. Bu proğramlar da görücü usulünün modernize edilmiş hali. Evlilik için gerekli olan tanışma faslı, fayda zarar ekseninde töreden de soyutlanmadan hayata geçirilmiş. Bu kadar basit. Burada bakmalıyız, bir takım 'ahlakçı' eleştiriler, aslında programlardaki sınır aşımlarına mı, yoksa aslında bu programlarda olup bitenin düpedüz görücü usulü gibi bir muhafazakarlık bağlantısından türemiş olmasına mı? Ben izdivaç programlarına yöneltilen eleştirilerin kökeninde buradaki ahlaksızlıkların değil temelde bu programların insanları evlendirme amacı taşıyor olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Samimi olarak şaşıranlara ise annelerinin ya da eve gelen gündelikçi kadının gittiği altın günlerine filan takılmalarını öneriyorum. Ben iki kere izledim bu programları, sıkıldım ve şaşıracak hiçbir şey görmedim. İstisnai durumlar çok abartılıyor .
AK PARTİ TABANI NEDEN SEDA SAYAN'A HAYRAN?
Seda Sayan yine başka bir örnek... 6 koca boşamış. Ama AK Parti tabanının en çok hayranlık duyduğu isimlerden biri.
Ak Parti tabanı dediğin %47 ise bu başlı başına halka ilişkin bir durum demek yine. Haa, halkımız da her konuda mükemmel olacak değil tabii. Halkımız azıcık da iki yüzlüdür üzerinize afiyet. Bizim Türk halkımız star olana, başarılı olana yani, belirli bir yozlaşma kredisi de verir. Sevgilisiyle birlikte olduğu için değil, aslında birlikte olduğu adamla evlenmeyi 'başaramadığı' için kızını döver ya da öldürür mesela! Ama o kız 'talihsiz olaydan sonra' evden kaçıp şarkıcı veya film yıldızı olur veya iş kadını olur, bir şekilde 'başarıyı' yakalarsa o suçlarının hükümden düştüğünü de gayet net bir şekilde görebiliriz. Seda Sayan'a gelince. Kadın nikah kıyıyor. Eh, zaten 'başarılı' da bir kadın. Bu etkenler onun sık koca değiştirmesini affettiriyor. Gayet mütedeyyin çevrelerde değilse de genel olarak halkımız nezdinde durum böyle. İşin doğrusu ben de o kadırgalı tavırlarını, hem çok maço hem çok feminen hallerini sempatik bulurdum bir ara. Sonra unuttum kendisini, ne yapar ne eder hiç haberim yok.
MANEVİYAT TAŞIMAYAN MUHAFAZAKARLAR DA VAR
Yani muhafazakar kesimde devletin makamlarına gelindiğinde veya yeşil sermayeyle yükselip holding patronu olunduğunda vekile; bakana; statü sahibi yöneticiye de bu tür haklar tanınıyor; bazı yozlaşmalar temize çekiliyor, öyle mi?
Halkımız diyeceğim yine, genel olarak muhafazakar olduğunu düşünür. Ne muhafaza ettiğinin ve neden muhafaza ettiğinin farkındaysan o kültürel anlamda sahih bir muhafazakarlıktır. Bir erdem ve değerler sistemine tekabül eder; bunun belirli bir kıymeti vardır. Bir de şöyle bir muhafazakarlık var... Sınıfının ve sosyal statüsünün gerektirdiği şekilde davranmazsa dışlanacağını bilen insanın sahte gizlenmecilik ve korunmacılık hali. Herkes gibi olma lüksünü muhafaza et ki ötekileştirilmeyesin düstürunu benimsemiş insanların hali. İçinde hiçbir maneviyat taşımayan bir oportünizme bindirilmiş bu hal de muhafazakarlık gibi görünür. Ve statünüz sınıfınız değişince paranın sağladığı serpilmeye bağlı olarak yetersiz kalır; karton bir kutu gibi, yırtar atarsınız. Delinir gider.
'TANGO YAPIN ŞİFA BULUN' DEMEM SAMİMİ OLMAZDI
Bir ara Kayseri gibi muhafazakar bir yerde Ak Partili belediyelerin sağladığı imkanla başörtülü kadınların bile parklarda spor yapmaya başladığını yazmıştınız. Bu durum muhafazakar kesimde kabul görüyor da Batman'da tango kursu söz konusu olunca neden öyle olmuyor?
Sağlıkla ve bilimle ilintilenen her şey muhafazakar toplumların dünyasına daha kolay girer. Cinsel kışkırtıcılık taşıyan etkinliklerin kaderi ise aynı şekilde olmaz. Sonuçta ben de muhafazakar değerlerden beslenen bir insanım, benim kalkıp da 'tango yapın, şifa bulun' demem gayet samimiyetsiz bir şey olurdu. Ama şifa bulacağını düşünen varsa da ben tutmayayım. Fakat komik olan şu ki, benim o yazım aslında son derece seküler bir yazıydı. Dini bir referans taşımıyordu. Ben orada 'Tangoya gitmeyin, daha dindar olun' filan bile demiyorum. Bilakis kadın erkek eşitliği ve özgürlük mücadelesi gibi aslında bugün dünyanın seküler değerler hanesinde gördüğü birtakım hedefleri taşıyan genç kızlara deyim yerindeyse 'ablalık' ediyorum. Tango kursu mu? Hemen kapatılsın! Gibi bir görüşü de asla savunmam. Bunlar sonuçta insanların tercihine bırakılmalı, opsiyonel olmalı. Yasak talep etmem, yasakçılığı övmem ama Batman gibi bir yerde oluşabilecek sıkıntılardan ötürü genç kızlara tercihlerini farklı bir opsiyondan yana kullanmaları gerektiğini söylerim. Bunu söyleme hakkım ve özgürlüğüm var. Başkası da kalksın, ben çok gelenekçi bir ortamda tango yaptım, babam da destekledi bana altın taktı, hiç de intihar etmedim, kan dolaşımım hızlandı süper oldum desin. Tutan mı var?
AK PARTİ DOĞRU YÖNTEM GELİŞTİREMEDİ
Hem ulusalcıları ve militan Kemalistleri hem de AK Parti iktidarını eleştirdiniz son yazılarınızdan birinde. İşte bu Türkiye, çabalarınızın eseridir, dediniz. İktidarla ilgili olarak ise ''Deniz bitti. Küçük sığ birikintiler kaldı'' diyerek uyardınız aslında.Nedir bu sığ birikintiler?
Mutabakat imkanlarının daralmasından söz ediyorum. Daha doğrusu gerçek ne olursa olsun, bir algı oluşuyor Türkiye'de giderek. Askeri vesayet-sivil siyaset kavgasında öyle bir noktaya gelindi ki uzlaşma ve mutabakat gibi kavramlara kimse yüz vermez oldu. Bunlar, savaşta bir adım geri gitmek mevzii kaybıdır anlamına gelmeye başladı. Cumhuriyeti seven adam ile demokrasiyi seven adam karşı karşıya. Cumhuriyeti seven adam halktan o kadar çok hazzetmiyor, demokrasiyi seven adam cumhuriyetle oluşan statülerin ve statüko dediği şeyin içinde değerli şeylerin de bulunabileceği ihtimalinden hazzetmiyor. İki kesim arasındaki çelişki de en çok 'laiklik' meselesinde derinleşiyor. Demokratikleşme, sivilleşme, normalleşme. Bunlar güzel hedeflerdi ama, yöntemler ve üslup noktasındaki kusurlar, bu kavramları taşıyan iktidarın gerçekten sadece demokrasi ve sivilleşme mi istediği noktasında soru işaretleri doğurdu. 'Ak Parti iktidarına karşı olanların kanı bozuktur' filan dedi bir vekil. Böyle bir cümle olabilir mi? Kadın kollarındaki çalıştay hazırlıklarından birinde ismimin yanına bir suçlama olarak 'beyaztürk!" şerhi düşülmüş mesela, üç ayrı yerden bilgisi geldi. Güldüm geçtim demek isterdim ama öyle olmadı. Böyle bir saçmalık, böyle özürlü bir tutum, böylesi şedit bir 'halkayı daraltalım, safları sıklaştıralım' mantığı olabilir mi? İş bana kadar gelmişse, şenlik var demektir. Ak Parti dün sahici beyaz Türklerin önünde yerlere kadar eğilen bir takım kifayetsiz muhterisin bugün kibir üzerinden serpilmeye ve kendine atfettiği güç ile benzerlerini bile fişlemeye başladığı bir mecra haline mi geldi? Ben bu soruyu evet diye yanıtlamaktan yana değilim, ama biliyorum ki bu soru hakiki bir sorudur artık.
İKTİDARIN PKK-ERGENEKON ÇELİŞKİSİ
Ne olur bundan sonrası?
Ergenekon ve Balyoz olaylarında sular bir süre daha durulmaz. Halk rejim elden gidiyor martavalına çok prim vermez ama devlet elden gidiyor feveranını ciddiye alabilir. Öte yandan AK Parti'nin demokratik açılım meselesinin bile yakın tarihe özgü nedenlerden ötürü ister istemez çelişkili bir hal alması gibi sorunlar var. Ergenekon terör örgütü üyesi ifadesi kimi gözaltına alınan isimler için çok rahat kullanıldı ama, terör örgütü olduğu hiç kuşku götürmeyen ve teslim olmaya gelmedik diyen PKK üyeleri davulla zurnayla karşılandı mesela. Ben kırk yıl 'ölü olarak gele geçirilmiş' insanların bir kere de canlı gelmelerinden ötürü bu durumun iyi tarafına odaklanmayı seçtim o zaman. Ama bunun gibi durumlar millet algısında bir kırılmaya da yol açabiliyor. Habur'dan o gevşek görüntülerin çıkmasına engel olamıyor, orada hukuku geniş yorumluyorsunuz, ama iş orduda düzenlenen planlara gelince, ki ucu bucağı gelmeyecek o planların, o derece çok sayıdalar, Tarhan Erdem'in 'cunta affı' önerisini hiç duymuyorsunuz. Demokratikleşme çabalarını Türkiye'nin içinden geçtiği yüzyıla ait olma çabası olarak önemli ve hayati buluyorum, bu ayrı. Ama bir mecrada yürüttüğünüz demokratikleşme, öteki mecrada yürüttüğünüz demokratikleşmeyi güç durumda bırakmamalı. Bunlar düşünmeden yola koyulduğunuz izlenimi yaratıyor, bu da güven sarsıcı bir durum.
LAKİN EZBER BOZAN BİR PARTİDİR
AK Parti iktidarının Türkiye'ye kazandırdığı 3 şey desem?
Kim ne derse desin, ezber bozan bir parti oldu bu. 1930'larda sabitlenen devletin görüşü olmaktan çıkıp dünya görüşü olarak kişisel dünyalara dayatılan bir çok kavramı halkın sofrasına götürdü bu parti. Onun sorgulayacağı onun anlayacağı kıvama soktu. Hatta sorunlar bu kadar kangren olmuş olmasaydı, daha çok cumhuriyet diyenle daha çok demokrasi diyeni makul bir yerde buluşturabilirdi. Ekonomi alanındaki katkıları inkar edilemez. Kredi notumuz yine yükseltildi mesela, bunu gören pek yok. Düne kadar varoş kabul edilen yerlerde büyük kentleşme hamleleri yapıldı, küçük dar binalarda dört duvara mahkum insanlar siyasal iktidar-belediye uyumunun da etkisiyle yeşil alan gördüler, parklara bahçelere çıktılar, sosyal alana kavuştular. 'One minute' çıkışı, ' çok şükür, nihayet!" dedirtti, hem de sadece Türk kürt müslüman halklara değil, siyonizmin agresifliğinden yılmış tüm dünya antisiyonistlerine, tüm dünya Rachel Corrie'lerine. Yüzü batıya dönük ama bütün Ortadoğu ülkelerine sırtını dönmüş bir ülkeydik. Şimdi AB ile ilişkilerini sürdüren ama Ortadoğu ile ilişkilerine de önem veren bir ülkeyiz. Türkiye'nin Ortadoğu'yla kurduğu ilişkilerin iyileşmesinde Amerikan manuplasyonu olduğunu söyleyenler var, tümüyle haksız değiller, fakat erken kalkan oyunu kurar. Bu denkleme dahil olmak Türkiye'nin oyun kurma şansı elde etmesidir ve öyle de olacaktır diye umut etmekteyim.
DİYALOG KELİMESİ ÇOK UZAKLARDA KALDI
Peki ya AK Parti iktidarının Türkiye'ye kaybettirdiği 3 şey?
Eskiden diyalog, hoşgörü, uzlaşma gibi kavramlar itibarlı
kavramlardı. Şimdi daha çok 'mücadele'den bahsediliyor. Bunun
sorumlusu Ak Parti iktiradırı diyemeyiz, ama bunlar bu dönemde oldu
diyebiliriz. Kavramlarımız sertleşti. 'Provekasyon' kelimesini çok
sık duyar olduk.Hani bir parola krizi var ya şimdi, bugünlerde. Bir
taraf 'adi' diyormuş, diğeri 'başbakan' derse parola
tamamlanıyormuş, çok hazin. Ve korkarım, asker kendisine bu
parolayı seçmeye icbar eden psikolojiden daha çok uzun zaman
kurtulamayacak. Ve bu psikolojiyi daha fazla güç daha fazla 'hukuk
savaşı' ile düzeltemezsiniz. Ve bu bir kayıp.