Ayşe Hür, 'Ape Musa'yı yazdı!
"Maalesef Türkiye'yi yönetenler, Musa Anter'in değerini anlamadı. Ona kıyıcı davrandı. En sonunda alçakça bir Gladyo tuzağı ile öldürülmesi, bu kıyıcılığın zirvesini oluşturdu..."
Musa Anter, gazeteciydi, tarihçiydi, dengbejdi, bilgeydi. Ayşe Hür, Radikal'deki yazısında Musa Anter'in yaşamından çarpıcı kesitler sundu. İşte Ayşe Hür'ün Musa Anter yazısı:
1960'lardan itibaren kendisini yakından tanıyan Arslan Kılıç'a göre Musa Anter "Ender rastlanan renklilikte bir kişiliğe sahipti. Dost ve arkadaş canlısıydı. Sofrası gibi gönlü de genç-yaşlı, cahil-hâkim, Türk-Kürt herkese açıktı. Kıvrak zekâlı ve hazırcevaptı. En ciddi konuları bile, kıvrak zekâsının ürünü olan mizahının imbiğinden süzdüğü öykü ve masallarla süsleyerek anlatırdı. Bu tarz, kendisini ve meramını karşısındakine en kavratıcı şekilde iletmesini sağlıyordu. Yine bu tarz onu, gazeteciliğin günlük fıkra yazarlığı dalında ilgiyle izlenen bir yazar olmasını sağlamıştı. Terbiyeli, ince ve zevk sahibi bir insandı. Ama yeri gelince, en okkalı küfürleri savurmaktan çekinmezdi. Ama bu durum onda hiçbir zaman bir çiğlik ve kabalık olarak görünmezdi. Toplam olarak bakıldığında Musa Anter, Türkiye'nin ihtiyacı olan bir aydındı. Türkiye'nin düşünce ve kültür hayatına, birikiminden, kültüründen ve yeteneklerinden çok şey katacak bir aydındı. Türkiye'nin siyasi yaşamına kalite katacak bir siyasi deneyim ve tarih birikimine sahipti. Maalesef Türkiye'yi yönetenler, önce Cumhuriyetin kireçlenme yıllarının dar kafalılıkları, sonra da Atlantik sistemine bağlanmanın yarattığı gericilik nedeniyle, birçok değerli aydın gibi Musa Anter'in de değerini anlamadı. Ona kıyıcı davrandı. En sonunda alçakça bir Gladyo tuzağı ile öldürülmesi, bu kıyıcılığın zirvesini oluşturdu..."
Bu hafta, daha önce çeşitli mecralarda yazdığım yazılardan yaptığım bir derlemeyle Ape Musa Anter'i anacağım. Bu anma yazısı aynı zamanda Kürt Meselesi'nin 1960-1990 arasındaki arka planına dair ipuçları da içerecek.
Molla Barzani Irak'ta
Biraz geriden başlayalım. 14 Temmuz 1958'de, Irak Kralı Faysal, General Abdülkerim Kasım tarafından kanlı bir darbeyle tahttan indirilmişti. Darbeden sonra cumhuriyet ilan eden generalin ilk işi, İran'da kurulan Kürt Mahabad Cumhuriyeti'nin önderlerinden olup 1947'de Cumhuriyet yıkıldıktan sonra önce Irak'ta sonra Sovyetler Birliği'nde gözetim altında tutulan Molla Mustafa Barzani'yi Bağdat'a davet etmek ve Kürtlere Kerkük'ün de içinde olduğu bir otonom bölge sözü vermek oldu. Bu ittifak sonucu, 7 Mart 1959'da General Abdülvahhap Şavvaf adlı ırkçı bir Arap generali Abdülkerim Kasım'a karşı Musul'da ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma Mustafa Barzani ve peşmergeleri tarafından bastırıldı. Barzani, ayaklanmacıları kurşuna dizdirdikten sonra kendisine yardım eden Arap aşiretlerini de tarumar etti. Olaylar sırasında bazı Türkmenler de ölmüştü.
"Bin Kürt'ü sallandıralım"
Olaylar üzerine, lakabı 'Alman Generali Rommel' olan CHP Niğde
Milletvekili emekli asker Asım Eren, dönemin Başbakanı Adnan
Menderes'e "Irak Kürtlerinin, Irak'ta Türkmen soydaşlarımıza
yaptığı baskı, zulüm veya öldürme olaylarından dolayı, Türkiye'deki
Kürtlere karşı aynıyla mukabele yapacak mısınız" diye sormuştu.
İddialara göre, Cumhurbaşkanı Celal Bayar veya ileriki yıllarda
Mardin Valiliği yapacak olan MAH (MİT'in selefi) Ergun Gökdeniz,
"Kürtlerden bin tanesini Taksim Meydanı'nda sallandıralım ki
diğerlerine ibret-i âlem olsun" demiş, ancak Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu'nun "Türkiye'nin dışarıdaki itibarı Ermeni meselesi ve
Rumlara karşı yapılan 6-7 Eylül saldırıları dolayısıyla zaten kötü,
buna bir de Kürtleri eklemeyelim" demesi üzerine, 'daha yumuşak'
(!) bir plan yürürlüğe konmuştu.
Tutuklamalar başlıyor
Her şey 15 Nisan 1959 tarihli Akşam gazetesinin manşetten verdiği şu ithamla başladı: "102 üniversiteli Kürt, Kürtlük iddiasında bulundu." Haberden anlaşıldığına göre, öğrenciler 'Rommel' Asım Eren'in Molla Barzani tarafından Irak'ta öldürülen Türkmenler kadar Türkiye'de yaşayan Kürt'ün öldürülmesi' şeklindeki insanlık dışı teklifini protesto etmek için, Başbakan, Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Diyarbakır Baro Başkanı ile ABD, Almanya, İtalya, Fransa ve İngiltere gibi büyük devletlerin büyükelçiliklerine olayları kınayan birer telgraf çekmişlerdi. Telgrafın altında 'Türkiye Kürtleri' imzasının olması Ankara'da alarm zillerinin çalmasına neden olmuştu. Eylem hiçbir şekilde şiddet içermeyen gayet demokratik bir tepkiydi ama 1937-1938 Dersim katliamlarından beri sesi çıkmayan Kürt milliyetçilerinin, üzerlerindeki ölü toprağını atmaya karar verdiklerinin işaretiydi. İlk tedbir olarak 'Kürtçülük mevzuundaki' tüm yayınların yasaklanması yönünde bir mahkeme kararı çıkartıldı.
Kımıl Olayı
İkinci kriz bundan 4,5 ay sonra yaşandı. 31 Ağustos 1959 günü,
Diyarbakır'da yayımlanan İleri Yurt gazetesinde 'Amma Ne İleri
Yurt' adlı hiciv sütununda 'Qimil' (Kımıl) adlı Kürtçe bir şiir
yayımlanmıştı. Şairin adı Musa Anter'di. Kımıl ise can yoldaşı süne
ile birlikte, tüm Cumhuriyet tarihimiz boyunca (hatta bugün de) bir
türlü baş edemediğimiz bir hububat zararlısının adıydı.
Kürtçe şiirin teması şuydu: Siverekli bir kız, kımıl zararlısı
tarafından samana döndürülmüş bir torba buğdayı çerçiye götürüyor,
çerçi buğdayın işe yaramadığını görünce, buğdaya karşılık mal
veremeyeceğini söylüyordu. Kızcağız da yüzyıllardır gelenek olduğu
üzere, üzüntüsünü bir türküyle dile getiriyordu: Şiirin Türkçesi
şöyleydi: 'Dağa tırmandım amca, zavallı dağ mahzunlaştı/Arpa
olgunlaştı amca, buğday un ufak oldu biçare/Kımıl geldi amca,
kafile halen de zavallı/Buğdayı yedi, geride samanı bıraktı
zavallı...' Yazar yazının sonunda şiirin kahramanı kıza şöyle
diyordu: 'Üzülme bacım, seni kımıl, süne ve sömürenlerin zararından
kurtaracak kardeşlerin yetişiyor artık.'
Kürt uyanışı mı?
Kımıl aracılığıyla ima edilenler (hele de bu ima edilen Kürtçe
olunca) Ankara'nın hiç hoşuna gitmedi, affetmedi. 6 Eylül 1959
tarihli Cumhuriyet gazetesinde "Doğu illerimizden birinin
merkezinde çıkan bir gazetede anlaşılmaz sebeplerle Kürtçe bir şiir
neşrediliyor" dendikten sonra "İnsaf edelim. Bu Doğu ili İstanbul
değil ki, 20-30 gazete çıksın da insan meşgul bir gününde hepsine
bakamasın. Sonra hadi kendisi bakamadı, o il merkezinin zabıtası
yok mu, adliyesi yok mu?" diye ortalık velveleye veriliyordu. 19
Eylül 1959 tarihli Ulus ise "Bir soru da benden: Bu
gazeteye kim kâğıt veriyor" diye kışkırtıcılık
yapıyordu.
Beklendiği üzere İleri Yurt ve Musa Anter aleyhine dava açıldı
ancak olay yerelden ulusal düzleme taşmış, sanıkları savunmak için
başka şehirlerden avukatlar gelmeye başlamış, mahkeme salonu ve
adliye binasının önü miting alanına dönüşür olmuştu. Aynı şekilde
Ankara ve İstanbul'daki Kürt asıllı lise ve üniversite öğrencileri
heyecanla davayı izliyordu. İddialara göre, Celal Bayar Diyarbakır
Valisi'ne telefon açıp, Musa Anter'in kafasının ezilmesini
istemişti.
Hükümet, bu olaylardan sonra MİT'e emir vererek bir 'Kürt raporu'
hazırlamasını istedi. Raporda, 1000 ila 2500 kişilik bir Kürt
grubunun 'tenkil' edilmesi öneriliyordu. Karşısında devletin
iliklerine kadar işlemiş olan kadim paranoyaya teslim olmuştu.
Yurdun dört bir yanındaki tutuklamalar 17 Aralık 1959 günü başladı.
Tutuklama müzekkeresinde isim yoktu. MİT kimi öneriyorsa, 50
kişilik listeye onun adı yazılıyor ve tutuklanıyordu. Bunlar
arasında Musa Anter de vardı. Polisin iddiasına göre Bitlis
bağımsız milletvekili Ziya Şerefhanoğlu'nun evinde üzerinde el
yazması Arap harfleriyle 'Kürt İstiklal Partisi' yazan birkaç
sayfalık bir tüzük taslağı bulunmuş, ayrıca bazı üniversite
öğrencilerinin üzerinde ve ev aramalarında Molla Mustafa
Barzani'nin resimlerine rastlanmıştı. Ancak herhangi bir örgüt
tespit edilememişti.
Tutuklama kararını Ankara'daki Askerî Savcılık istemişti ama
tutuklananlar İstanbul Harbiye'deki hücrelere konuldular.
Harbiye'de 40 hücre olduğu için, geriye kalan 10 kişi tutuksuz
yargılanacaktı. Sorgulamayı yapacak Hâkim Orhan Akaya, ancak iki ay
sonra İstanbul'a geldi ve sorgulamaları ancak üç ayda
tamamlayabildi. Bu süre içinde tutuklular ne yıkanmışlardı ne de
tıraş olmuşlardı. Hücrelerin uygunsuz koşullarından dolayı,
sanıklardan Ankara Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Mehmet Emin
Batu mide kanamasından ölünce geriye 49 kişi kaldı. Bunlardan biri
olan Nurettin Demirtaş, Emin Batu'nun zorla taksiye bindirildiğini
görüp, "Arkadaşımı nereye götürüyorsunuz?" diye sorma gafletinde
bulunan sıradan bir vatandaştı. Daha sonra iki kişi daha dahil oldu
ama dava kamuoyunda hep '49'lar Davası' diye bilindi.
23'ler Davası
Tutuklular beş aydır hücrelerinde mahkemeye çıkarılmayı
bekliyorlardı ki, 27 Mayıs darbesi oldu. Başta Adnan Menderes ve
Celal Bayar olmak üzere önde gelen DP'liler Yassıada'ya gönderildi.
Sanıklar demokratikleşme vaadiyle iktidara gelen darbecilerin
kendilerini salıvereceğini ummuştu ama yanıldıklarını kısa sürede
anladılar. Çünkü darbeciler 26 Ekim 1960'ta çıkardıkları genel
aftan 49'ların yararlanmasına izin vermedi. (49'lar Davası yıllarca
sürdü ve ancak Nisan 1964'te zamanaşımına girdiği için
kapandı.)
22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde Talat Aydemir ve
arkadaşlarının başarısız darbe girişimlerinden sonra ülkedeki tüm
'aşırı uçların törpülenmesi' politikası uyarınca, 1963'te, Kürt
milliyetçileriyle kişisel ilişkisi olan Hamewendi adlı Arap
emlakçının üzerinde bulunan Musa Anter'in adı yazılı bir kağıt
bulundu ve Anterle ilişkide olan 23 Kürt, 'Müstakil bir Kürdistan
Devleti' kurma yolunda faaliyette bulunmak suçuyla tutuklandılar.
Tutuklular 1964'te salındı, dava çok sonra sonuçlandı ancak ağır
cezalandırma olmadı. (Bu dava ile ilgili ilginç bir anekdot şuydu:
Bu 23 kişi, Talat Aydemir ve ekibiyle aynı hapishaneye konulmuştu.
İddialara göre darbeci subayların çoğu iyi eğitimli olduğu halde
Kürt sorunu ile ilgili ve bilgili değillerdi, ancak bir seferinde
Talat Aydemir, 23'ler, Mahabad Kürt Devleti'nin milli marşı olan
'Ey Raqip' söylerken koğuşa girmiş, marşı duyunca hazırola
geçmişti.)
Akarsu köyünde meyve ve çiçek bahçeleri
Yaşar Kemal'in deyişiyle, 'Öfkesiz Kürt' Musa Anter, bu olaydan
ve sonrasında yaşadığı nice olaydan sağ salim kurtuldu ama hemen
her makalesine, yaptığı her hayali röportaja Kürtçe cümleler
serpiştirdiği için hayatı mahkemelerde geçti. 12 Mart 1971
Muhtırası sonrasında TİP'i pasif bularak ayrılan Kürt gençlerinin
kurduğu Devrimci Doğu Kültür Ocakları-DDKO davasından yargılandı.
Sonrasını Musa Anter'in ağzından dinleyelim:
"1970'ten 1974'e kadar çeşitli girdi çıktılarla 36 ay hapis
yattım. [1974'teki] dejenere afla Diyarbakır Örfi İdare
hapishanesinden çıktım. Ama bir deri, bir kemik. (...) Ve tüm
politik ve sosyal fikirlerimi bir kenara koyarak ecdadımdan bana
kalan köyüm Akarsu'ya gidip yerleştim. Köyümde pastoral bir hayat
yaşamaya başladım. Zıving köyümde ziraat ve hayvancılık yapıyordum.
Akarsu köyümde de meyve ve çiçek bahçeleri, bir de bölgede olmayan
havuzlar yaptım. Bizim bölge halkı gibi dejenere olan meyve
ağaçlarını aşıladım. İstanbul'da olan ve Kürdistan'da olmayan tüm
cins sebze, meyve ve çiçek türlerini götürdüm. Dedim ya, siyasetten
uzak yaşamaya çalışıyordum. Ama yine olmadı..."
PKK'nin silahlı mücadeleyi başlattığı ve yaygınlaştırdığı 1984-1989
arasında Musa Anter hâlâ Nusaybin'de yaşıyordu ve PKK'den uzak
duruyordu. PKK'nin buna tepkisi kendisine 'vergi' tahakkuk ettirmek
oldu. Anter, kendi deyimiyle bu 'haracı' ödemeyi reddetti ve çareyi
İstanbul'a yerleşmekte buldu. Doğu Perinçek'le bu dönemde ilişki
kurdu.
JİTEM ve ölüm
Musa Anter, PKK'nin strateji değişikliğine gittiği 1992 yılında
PKK hareketi ile barıştı. Bu tarihten kısa süre sonra, 20 Eylül
1992'de de Diyarbakır'da JİTEM ajanları tarafından tuzağa düşürüldü
ve kurşunlanarak öldürüldü. Öldürüldüğünde 74 yaşındaydı. Yanında,
yeğeni Orhan Miroğlu da vardı. O gece yaşananları ilk olarak,
olaydan yaralı olarak kurtulan Miroğlu'ndan duyduk. Yıllar sonra
Musa Anter'in kızı, İsveç'te, babasının katillerinden biri olan
eski PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan'la görüştü ve cinayetin
ayrıntılarını, arkasındaki güçleri daha iyi öğrendik.
Öğrendik ama sonuç ne oldu derseniz, Aygan'ın sözünü ettiği
JİTEM'cilerden Veli Küçük, Levent Ersöz, Arif Doğan ve Atilla Uğur,
Ergenekon davasından ceza aldı. Ancak devlet bugüne dek JİTEM'in
varlığını kabul etmediği gibi aynen Hrant Dink cinayetinde olduğu
gibi Musa Anter'le ilgili iddiaları duymazdan geldi. Kürt
Meselesi'nin çözümünün önündeki engellerden biri de devletin
Fırat'ın doğusundaki derin cinayetlere devletin gösterdiği
kayıtsızlık... Musa Anter'in 22. ölüm yıldönümünde bu tablonun
değişmiş olmasını ummak istiyorum...
Özet Kaynakça:
Musa Anter,
Kımıl, Avesta, 2000;
Musa Anter, Hatıralarım, 2 cilt, YÖN Yayıncılık,
1991-1992;
Yavuz Çamlıbel, 49'lar Davası, Garip Ülkenin İdamlık
Kürtleri, Algı Yayınları, 2007;
Naci Kutlay, 49'lar Dosyası, Fırat Yayınları,
1994;
Ferzende Kaya, Mezopotamya Sürgünü, Anka
Yayınları, 2003;
Şahap Balcıoğlu, Görüşler-Görüşmeler, YÖN
Yayıncılık, 1991;
Orhan Miroğlu, Musa Anter Cinayeti Kuşatmadan
İnfaza, Everest, 2012;
Arslan Kılıç, "Türkiye'de Kürt Milliyetçiliğinin Dört
Dönemi ve Musa Anter", Berfin, Bahar, Yıl, 2012, S.175, s.
5-12. (Son makaleye dikkatimi çeken okurumuz Kaya Demirci'ye
teşekkür ederim.)