Allah yapacaksa kulunun işini, mermere geçirir çürük dişini...
Allah yapacaksa kulunun işini, Mermere geçirir çürük dişini... Allah bozacaksa kulunun işini... Muhallebi yerken kırar altın dişini...
ADNAN BERK OKAN
Yıl 1971, aylardan Ekim…
İstanbul’a üniversite kursları için gelmiştim.
İki amcam (benden iki yaş büyük ikizler) babaannemle birlikte Fatih/Kıztaşı’nda oturuyorlardı…
İnci Kunduralarının sahibi Kemal Bey’in kiracısıydılar…
Haliyle ben de yanlarında kalmaya başlamıştım…
İki amcam da PDK’da (İsmini Pres Döküm Kromaj kelimelerinin baş harflerinden alan bir inşaat malzemesi şirketi) çalışıyordu…
Behçet amcam fabrikanın kaynak atölyesinde işçiydi…
Eskişehir İktisadı Ticari İlimler Akademesi’nde okuyan ikizi Behzat ise aynı firmada satış müfettişliği yapıyordu.
Behzat ağabeyim (amcam) bir gün akşamüzeri eve geldiğinde: “Zafer Gül (Kırklareli Damlalar Orkestrasındaki şefimiz) bugün telefon etti. Hürriyet Gazetesi’nde bir ilân okumuş. Bir Farfisa org satılıkmış. ‘Gidin görün’ diyor. Giyin de gidelim” dedi...
Mütevazılığın yeri yok; Kırklareli’nde müzisyenliğe başladıktan sonra neredeyse tüm kazancımı kıyafete yatırıyordum. Babacığım da giyime çok meraklıydı. Ekonomik yönden güçlü olduğu yılların fotoğraflarındaki kıyafetleri müthişti. İşçi olarak çalıştığı yıllarda bile kravatsız gezmez, ceket cebinden beyaz mendilini eksik etmezdi.
Ben de o gece olacakları biliyormuş gibi şık giyindim…
Hava karardıktan sonra, ilânda yazan adrese gittik...
Aksaray’da İnci Düğün salonu...
Orada konuştuğumuz bir arkadaş bizi Şişli Düğün Salonu’na gönderdi.
Hem İnci ve hem Şişli Düğün Salonları aynı aileninmiş...
Çanakkaleli bir müzik öğretmeninin iki müzisyen oğlu, Ekrem ve Mustafa Çeçen kardeşlerden Mustafa İnci’yi, Ekrem de Şişli’yi çalıştırıyormuş.
Hemen bir otobüse binip Şişli Düğün Salonu’na gittik...
Kırmızı kadifelerle kaplı, Aksaray Düğün Salonu’ndan çok daha elit bir yerdi.
Eeee, ne de olsa Şişli...
Orkestra çalıyor, pistte insanlar dans ediyorlardı.
Garsonlardan birine “Ekrem Çeçen kim?” diye sordum.
Org çalan müzisyeni gösterdi.
Yürüdük ve salonun içlerinde bir yerde, yine kırmızı kalın perdelik kumaşla kaplanmış koltuklara oturduk, beklemeye başladık.
Orkestra ara verdiğinde Ekrem Bey haber almış olmalı ki yanımıza geldi.
Hoş-beşten sonra esas konuya girdik.
Orgunu çok övdü...
Dünyanın en iyi orgu olduğunu ama yeni bir modeli çıktığını ve ondan alacağını söyledi:
“Kırklareli’nde çok iyi iş yapar bu org… Çalan iyi çalarsa tek başına orkestra gibidir.”
Behzat ağabeyim, orgu kendisine almayacağını, Kırklareli’ndeki bir arkadaşı için baktığını söyledi.
Ekrem Çeçen “Sen bilirsin ama ben müşteri buldum mu satarım” deyince vakit kazanmak için olsa gerek:
“Ben orgu beğendim ama hiç olmazsa bana müsaade et sabah Kırklareli yazdırayım (Telefon yazdıracak. O günlerde öyle çevir konuş yok.. Sabah yıldırım yazdırırsanız ancak 5 saat sonra sıra geliyor.) öğlende seni ararım” diye yanıt verdi.
Ekrem hemen “tok satıcı” rolüne büründü:
“Söz vermeyeyim ama sen beni bir ara”...
Ekrem İlginç bir tip...
İnsanda güven hissi uyandıran, temiz, güler yüzlü (hiç durmadan gülüyor ve sık sık gözlerini kırpıyordu) ve samimi bir insan.
Daha ilk kez tanıştığımız halde ikimize de “sen” diye hitap ediyordu.
Behzat ağabeyim de öyle pek fazla “siz” diye hitap etmeyi seven biri değildi ama benim hiç sevmediğim bir şeydi bu...
İçimden “madem bu kadar samimi davranıyor ben de öyle yapayım” diye düşündüm.
Bize ne iş yaptığımızı sordu. Behzat ağabeyim Eskişehir’de İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nde okuduğunu ama İstanbul’da bir şirkette satış şefi olduğunu, bir zamanlar Kırklareli’nde Damlalar Orkestrası’nda bateri çaldığını söyledi.
Ben de İstanbul’a üniversite hazırlık kursları için geldiğimi ama halen Kırklareli Damlalar Orkestrasında solistlik yaptığımı ifade ettim.
Düğün olduğu hafta sonları veya hafta içi Kırklareli’ne gidiyor ve sonra dönüyordum.
“Bu repertuarda çıkın. Biriniz çalın biriniz de söyleyin bakalım görelim” dedi Ekrem.
İkimiz de birbirimize baktık…
Ben dünden razıydım...
Behzat Ağabeyim de “olur” dedi...
Sigara molasından sonra sahneye çıktık.
Behzat ağabeyim baterinin başına geçti ben de mikrofonu aldım elime...
Şarkıların isimleri ile birlikte hangi tondan söylediğimi de küçük bir kâğıda yazarak org çalan şef Ekrem Çeçen’e verdim.
Şarkıların tonlarını yazmam hoşuma gitti:
“Aferin be Trakyalı”...
Evet…
Söyleyeceğim şarkını hangi tondan çalınacağını yazıp vermem hoşuna gittiği için aynen öyle demişti:
“Aferin be Trakyalı”...
O günlerin moda şarkılarından ünlü İngiliz aktör Richard Haris’in söylediği “My boy” ile başladım. İkinci olarak Andy Willams’ın söylediği şekliyle “Love Stroy” ve ardından Selçuk Ural’ın Türkçe sözlerle söylediği “Kumsaldaki izler” (Orjinalini Enrico Macias söylüyordu: Solenzara.) ile devam ettim.
Daha sonra da, Yıldırım Gürses’in “Sonbahar Yaprakları”nı söyledim.
Yine Yıldırım Gürses’in “Bir Garip Yolcu”su ile bitirdim.
Her iki şarkı da yüksek oktavlı şarkılardı.
Gür ve yüksek oktavlı (an az üç oktav) sesimi gösterebilmek için o şarkıları söylemeyi de tercih etmiştim. Şefe gidip kulağına:
“Benden bu kadar.. Hareketli parçaları provasız söyleyemeyebilirim” dedim.
Orgu çalmaya devam ederken başı ile “tamam” işareti yaptı...
Yanından ayrılmak üzereyken bağırdığını duydum.
Yanına yaklaştım…
“Gitme beni bekle” dedi.
Sahneden indikten sonra ilk geldiğimizdeki koltuklara oturduk.
Az sonra o repertuarı da bitirdiler ve Ekrem Çeçen yanımıza geldi...
Bakışlarını bana çevirdi. Org konusunu unutmuş gibiydi
“Bizim solist Avusturya’ya gidiyor.. Solist ihtiyacımız var... Çok iyi değilsin ama iyi olabilir... Bizimle çalışır mısın?”...
Şaşırdım…
Ve çaktırmadan gururlandım bile…
Hadi itiraf edeyim…
Mutlaka “kibir” bile yaptım…
İlk defa tanıştığım bir orkestra şefi, söylediğim birkaç şarkıdan sonra iş teklif ediyordu…
“Olabilir ama bilmem yani bazı görüşmelerim var da...”
“Neresiyle görüşüyorsun?..”
Haydaaaa!...
Neresiyle mi görüşüyorum?..
Yahu hiçbir yerle görüştüğüm falan yoktu ki...
Kocaman ama beyaz bir yalan atmıştım…
Neden?..
Kendimi ağırdan satmak için...
Hani her ne kadar dün de doğuştan değildi benim salaklığım…
Gazetelerde köşe yazmaya başladıktan sonra salaklık sınıfına dâhil olmuştum…
Aslında “cin gibi” olduğum söylenirdi bir zamanlar.
Ya geçekten “Cin” gibiydim…
Veya “Cin” gibi olduğumu söyleyenler beni gaza getiriyorlardı.
Neyse…
“Bazı görüşmelerim var” demiştim ama İstanbul müzik dünyasında hiç kimseyi tanımıyordum.
Pardon...
Tanıyordum ama
henüz tanışmamıştım...
Babamın kuzenlerinden birinin kayınbiraderi Yılmaz Tüylek, dönemin en ünlü orkestralarından biri olan “Kanat Gür Orkestrası”nda saksafon çalıyordu.
“Yılmaz Tüylek’i tanır mısın?.. Saksafoncu... Kanat Gür Orkestrasının saksafoncusu” diye sordum Ekrem’e.
“Tanımam mı?.. Ama kardeşi Ahmet ile daha samimiyiz. Ahmet iyi bir davulcudur. Halen Çetin ağabeylerle (Çetin İnöntepe.. Aysun Kocatepe’nin babası. Selma Güneri’nin ağabeyi.) çalışıyor galiba...”
“Evet evet... Garden Pavyon’da... Yılmaz abi ve Ahmet benim amcamın kayınbiraderi olurlar da…”
Şaşırarak Behzat ağabeyime baktı…
Her ne kadar “ağabey” desem de aslında “amcamdı” ya…
“Sen Ahmet’in eniştesi misin?”
Behzat ağabeyim şaşırdı…
Yılmaz ağabeyi ve Ahmet’i de tanıyordu çünkü her ikisi de kendisinin değil ama amcasının (haliyle babamın da amcasının) oğlu Selâhattin ağabeyimizin (yattığı yer nur olsun, biz kendisine amca derdik) kayınbiraderleriydiler.
“Yok beee” dedi güzelim Trakya şivesiyle.
“Amcamın oğlunun kayınçoları...”
Ekrem bana döndü:
“Eee... Yılmaz ağabeyle mi çalışacaksın?”
“Daha belli değil ama olabilir... Ertan (Anapa. Yattığı yer nur olsun.) abiyle ve Berkant abiyle de (Yattığı yer nur olsun.) buluşacağız... ‘Gelicem’ dedim gitmezsem ayıp olur...”
Cebinden bir kart çıkarıp verdi.
“Bak burada hem İnci’nin ve hem de Şişli’nin telefonları yazılı. Ara beni.”
Tam kalkacağımız sırada genç (benim yaşlarımda) ama benim iki katım irilikte biri geldi.
Ekrem bağırdı:
“Tom... Senin yerine arkadaş başlıyor...”
Aman Allah’ım!.
Kulaklarıma inanamadım.
“Senin yerine arkadaş başlıyor”...
Bu açıkça bir iş teklifinden de öte bir şeydi...
Sanki benim işe başladığımı ima ediyordu.
“Tom” diye haykırdığı genç irisi (daha doğrusu ekstra large şişman) yanımıza geldi...
Elini uzattı “İbrahim” dedi.
Ben “Tom” diyeceğini beklerken “İbrahim” deyince şaşırdım.
Ekrem de şaşırdığımı anlamış olmalı ki:
”Asıl adı İbrahim Sesigüzel ama biz ona Tom Jones’e benzediği için Tom diyoruz” diye merakımı giderdi.
Bu arada Tom bizimle hiç ilgilenmiyordu bile...
Ne var ki aynı anda ben de onun fizik olarak Tom Jones’e benzeyen hiçbir yanı olmadığını düşünüyordum.
Behzat ağabeyime muzipçe bakıp güldüm...
Ekrem Çeçen ”Gitmeyin... Şimdi Tom söyleyecek bir dinleyin” deyince Tom’u dinlemeye karar verdik…
Az sonra Tom sahneye çıktı:
Ve, Tom Jones’tan bir “Green green grass of home” söyledi ki, gözlerinizi kapayın aynen Tom Jones...
Bitti bu kez “I’ll fall in love again...”
O da bitince “Help your self”...
Sonra ”Delilah...”.
Ve sonra “Love me to night”..
Aman Allah’ım...
Bu adamın içine Tom Jones mu kaçmış ne?..
Benim moralim bozuldu...
Bu çocuktan sonra ben burada nasıl şarkı söyleyecektim?!
Gerçi benim sesim kendi sesimdi...
Kimseyi taklit etmiyordum ve daha yumuşak şarkılar söylüyordum ama böyle bir sesim olamazdı.
Repertuarın sonuna kadar bekledik.
Tom harika bir konser vermişti...
Sahneden inince yine yanımıza geldiler.
Samimi davranıyorlar ya...
Biz de aynı samimiyetle davranmaya başladık:
”Tom sen mi söyledin yoksa Tom Jones’un plaklarını mı çaldınız?”
Güldü ama öyle bir gülüştü ki “has...tir ulan” der gibi.
Belli ki aklım sıra yaptığım espriyi beğenmemişti.
İzin isteyip ayrıldık.
Sonra da Ekrem Çeçen’e kendimi nasıl yapıp da ağırdan satacağımın plânlarını yapmaya başladım.
Tamam…
İşe alınmışım gibi yapıyordu çevreye ama henüz resmi bir teklif yapılmış da değildi hani…
Bir beyaz yalan daha…
Ey güzel insanlar…
Çocukluğumdan beri fıkra dinlemek, anlatmak ve yeni fıkralar öğrenmek (halen o merağım devam ediyor) huyum vardı…
Fatih’teki evimize gitmek için dolmuşa bindiğimizde kafam sürekli meşguldü ve ne yapmam gerektiğini düşünüyordum…
Frank Sinatra ile ilgili okuduğum ve çok güldüğüm fıkralardan birini hatırladım.
Genç bir müzisyen Frank Sinatra’ya gidip şöyle der:
“Sizi her gün bu restoranda görüyorum... Ben de kız arkadaşımı getirsem benim yanıma gelip ‘Merhaba Co, nasılsın?’ diye sorar mısınız? Kız arkadaşım size hayran da...”
Frank Sinatra bu sevimli delikanlını ricasını kabul eder.
Ertesi gün yine aynı restorana gelir. Bir gün önce tanıştığı gencin masasına doğru yürür.
Masaya gelince, delikanlıyı yeni görmüş gibi:
“Oooo Co... Sen buradasın ve benim haberim yok... Alacağın olsun!” der...
Bizimki kafasını kaldırır:
“Yılışma Frank, görüyorsun ki çok meşgulüm...”
Ben de buna benzer bir numara çevirmeliydim ama elbette sonunda “yılışma” falan demeden...
O günlerde Beyoğlu’nda belki de Türkiye’nin ilk “self-servis” restoranı olan Bap Kafetarya’ya sıkça gidiyordum. Gidişlerimde bir kişi dikkatimi çekmişti.
Hemen her gidişimde öğle yemeklerinde onu da orada görüyordum: Ertan Anapa...
Kendisiyle, 1968 yılının 25 Kasım günü Edirne’nin Kurtuluş Günü balosunda tanışmıştım.
Biz, Trakya Altın Lâle Festivali ikincisi olarak Kervansaray Oteli’nin dans orkestrasıydık. Ertan Anapa da kendi orkestrasıyla şov yapmaya gelmişti.
Daha önce kendisini kaç kez gördüğüm halde yanına gidip o geceyi hatırlatmamıştım ama bu kez gidecek ve kendisine açıkça her şeyi anlatacaktım.
Nitekim aynen öyle yaptım...
Bir öğle vakti Bap Kafeterya’ya gittim...
Tepsime mütevazı bir kap yemek alıp masama döndüm.
Ertan Anapa’yı bekleyecektim...
Beklerken heyecanım doruk noktaya çıkıyordu...
Derken beklediğim oldu ve Ertan Anapa o her zamanki güler yüzüyle kapıda göründü.
Masaya oturmasını bekleyecek ve ondan sonra yanına gidecektim...
O da sıraya girip tepsisini aldı…
Az sonra da arkadaşlarıyla birlikte bir masaya oturmuş yemeğini yiyordu...
Yanında hatırladığım kadarıyla iki genç kadın ve bir de orta yaşlı bir erkek vardı.
Hiç olmazsa ilk tabağını yemesini bekledim.
Ben zaten yiyeceğimi yemiştim.
İlk tabağı yediğini anladıktan sonra masamdan kalktım ve masalarına doğru yürüdüm.
Oldum olası özgüveni olan biriyimdir...
Dik bir şekilde ve hiç de mahcup bir hal takınmadan yanına yaklaştım...
Elimi uzattım...
“Ertan ağabey beni hatırladınız mı?”…
Yüzüme gülerek baktı...
Belli ki hatırlamamıştı...
“Üç sene önce Edirne’nin kurtuluş günü balosuna gelmiştiniz de orkestranızla. Ben de Dans orkestrasının solistiydim hani o gece ya”…
“Haa evet hatırladım. N’aber?..”
“İyilik be abi ...”
Sustum...
Ertan Anapa başını masadaki tabağına çevirip yemeğe devam etti.
Beni de masaya buyur edeceğini tahmin etmiştim...
Yılışmadan ama samimi olduğumu da belli edercesine:
“Ertan abi. Geçen gün Frank Sinatra ile ilgili bir fıkra okumuştum da...”
“Eeee” der gibi başını çevirip yüzüme baktı…
Ama…
“Eeee” demedi...
Belki de içinden “çattık ama. Yüz verdik Ali’ye geldi sıçtı halıya” bile demiş olabilirdi…
Ben devam ettim:
“Fıkranın tamamını anlatmayayım da azıcık hatırlatayım”
Masadaki arkadaşlarına bakıp bir kez daha “çattık” der gibilerden güldü...
Masadakiler de güldüler...
Ama…
Merakla beni izlediklerinden emindim.
“İlgi çekmek istiyorsan çevrende merak uyandır” diyordu okuduğum romanlardan birinin kahramanı…
“Ne yapmış Frank Sinatra?.. Yoksa beni taklit mi ediyormuş?”
Gülüşmeler devam etti...
Hiç alınmadım…
Kompleks de yapmadım…
Ben de güldüm onlarla birlikte…
Ve aceleyle fıkrayı anlattım...
Sonra hızlı hızlı konuşmaya devam ettim:
“Abi... Üniversiteye gidiyorum ama ailem fakir... Babam yeteri kadar para gönderemiyor, belediyede işçi... Ben ise İstanbul’da şarkı söylemek istiyorum ama kimseyi tanımıyorum... Geçen gün tesadüfen Şişli düğün salonuna gittim... Orda şarkı söyledim... Şef sesimi beğendi... Benimle görüşmek istedi... Onu buraya davet etsem beni tanımış gibi yapar ve benimle birkaç dakika sohbet eder misiniz?..”
Ertan Anapa çatalını bıçağını bırakıp bana döndü.
Belli ki samimiyetimi sevmişti:
“Yaşşa be... İyi fikir.. Hangi gün buluşacaksınız?”
“Abi siz hangi gün derseniz o gün”
O kadar iyi hatırlıyorum ki, o gün çarşambaydı.
“Yarın gel” dedi.
Yani Perşembe günü...
Dünyalar benim olmuştu sanki…
Özgüven, dürüstlük ve her şeyi açıkça anlatmak, (yani haricini beceremediğim bütün stratejilerim) yine başarılı olmuştu...
Hemen dışarı çıkıp doğruca İstiklâl Caddesi’ndeki Büyük Postane’ye gittim.
Birkaç tane jeton alıp, Ekrem Çeçen’i aradım...
Sonra da kendisini Bap Kafeterya’ya öğle yemeğine davet ettim…
Kabul etti...
Perşembe’yi iple çektim…
Gece olmadan hemen Perşembe olsun istedim…
Ama tabii ki hayaller kurmaktan sabaha karşı ancak uyuyabildim o gece…
Öğle 12’yi biraz geçerek Ekrem geldi...
Tepsilerimizi alıp sıraya geçtik...
Ben arkasından devam ediyordum ki yemeği ısmarlayacağım anlaşılsın.
Yemeklerimizi alıp masalardan birine oturduk.
Ertan Ağabey gelince beni görebilsin diye yüzüm kapıya gelecek şekilde oturdum…
Ancak saat 13.00 oldu ama Ertan ağabey yok...
Bu arada yemek yerken konuşmamak ve vakit kazanmak için dedeciğimin söylediklerini hatırlatıyorum Ekrem’e:
“Rahmetli dedem bizi yemekte konuştuğumuz zaman azarlardı. Lokmalar rahatsız olurmuş. Allah’ın gücüne gidermiş”.
“Aferin be koca Trakyalı. Sen demek ki iyi bir Müslümansın da”…
“Elhamdülillah...”
Ekrem’i beklerken düğün salonunda birkaç yakınıyla konuştuğumuzda hem kendisinin ve hem de ailesinin çok dindar kişiler olduklarını öğrenmiştim...
Ben de din bilgisi konusunda fena sayılmazdım...
Gerçi vakit kazanmak bahanesiyle dedemin vasiyetlerini söylemiştim ama gerçekten de rahmetli dedem sofrada konuşunca çok kızardı.
“Sofrada konuşulmaz” diye bizi uyarırdı.
Ve iyi ki vakit kazanmış ve iş konusunu görüşmemişim.
O aşamada belki ters bir tavır alabilir ve sonra da geri dönüş yapamayabilirdi.
Çünkü…
Ertan Anapa kapıda görünmüştü…
Yanında yine bir gün önceki iki kişi vardı.
Kalbim heyecandan yerinden çıkacak gibi çarpıyordu...
Ekrem bana bir şeyler olduğunu anladı gibiydi ama bendeki bu ses kısıklığına ve ses titremesine belli ki bir anlam veremiyordu.
Başım dik bir şekilde önümdekileri yemeye çalışıyordum.
Birkaç saniye (dakika değil) sonra Ertan Anapa’nın yanıma yaklaştığını hissediyordum…
Ama bu kez de kafamı kaldırmıyor önümdeki tepsiye ve tabaklara bakıyordum.
Ve bir el omzuma dokundu:
“Artık bakıyorum bizi tanımazdan geliyorsun”.
Dizlerimin bağı çözülmüştü...
Kalkarsam yere yığılacağımdan korkuyordum…
Başımı kaldırdım:
“Ooo Ertan abi. Valla görmedim abi…”
Ayağa kalkmaya çalıştım…
Ertan ağabey heyecanlandığımı sesimin titremesinden anlamıştı.
Omzumdan bastırdı:
“Kalkma, kalkma otur.”
Sonra da sanki ben kendisine ezberletmişim gibi:
“Hani Maksim’e gelecektin?.. Ben Fahrettin Bey’le (Aslan) görüştüm. Uvertür olarak 5-6 şarkı söyler gidersin” dedi.
“Abi, ailem gazinoda şarkı söylememe müsaade etmiyor. Arkadaş Şişli ve Aksaray İnci düğün salonlarının sahibi ve aynı zamanda Şişli Düğün Salonu’ndaki Gölgeler Orkestras’ının şefi. Onunla iş görüşüyoruz”.
Elini uzatıp, Ekrem’in de elini sıktı.
“Memnun oldum” dedi.
İzin isteyip yanımızdan ayrılmadan önce iki yanağımı iki eliyle okşadı ve beni yanındaki arkadaşlarına övdü.
Bende hoşafın yağı erimişti...
Ertan ağabey ve yanındakiler gittikten sonra Ekrem’in bana bakışı bile değişiverdi...
35 lira yevmiye ve diğer arkadaşlarla aynı alaturayı paylaşmak üzere anlaştık.
Ve aynı hafta sonundaki düğünde ben artık Gölgeler Orkestrası’nın solistiydim.
Bu anlattığım “büyük beyaz yalan” bana İstanbul’da solistlik yapmanın kapısını açmıştı.
Hem de ardına kadar...
Gerçi bu başarı(!) her ne kadar beyaz bir yalanın sonucuysa da, yine anneciğimden öğrendiğim bir küçük tekerlemeyi herkese hatırlatmak isterim:
Allah yapacaksa kulunun işini,
Mermere geçirir çürük dişini...
Allah bozacaksa kulunun işini...
Muhallebi yerken kırar altın dişini...
O zamanlar mermere geçen çürük dişlerim şimdi o günkünden çok daha sert çünkü protez…
Ama…
(Nedense) Muhallebi yerken bile kırılıyor…
adnanberkokan@gmail.com