Alkışlar Serdar Tuncer için...

Alıntı ya da yorum yapsak içindeki diğer cümlelere haksızlık olacak yazısı nedeniyle Serdar Tuncer'i alkışlıyoruz...

Serdar Tuncer’in bugünkü Yeni Şafak’ta “Sızı” başlığı altında yayımlanan makalesi o kadar güzel ki…

İçinden birkaç cümle “alıntı” yapalım dedik ama beceremedik…

Beceremeyişimizin sebebi, her cümlenin diğer bütün cümleler kadar değerli ve güzel oluşu…

Alıntılayacağımız” her cümle, diğerlerine haksızlık olacaktı…

En iyisi” dedik, “hiç alıntı ve yorum yapmadan yazıyı bütünüyle verelim ve daha en başından da Serdar Tuncer’i alkışlayalım”…

Ve öyle de yaptık…

SIZI

Serdar TUNCER / YENİ ŞAFAK /08.12.2016 PERŞEMBE

İçinde yaşadığımız bir dünya var, bir de içimizde yaşattığımız dünya… İlkinde yaşamak bizim elimizde değil, ikincisini yaşatmak bizim elimizde.

Bu iki dünyanın da kendince gerçekleri var. Bu gerçekleri fark edebilmek için bilgiye muhtacız. Bilgi, birinde yaşayabilmemizi sağlıyor; diğerini yaşatabilmemizi.

Bilgi ile fark ettiğimiz gerçekler bu iki dünyanın gündemlerini oluşturuyor. Birisinin gündemi kalbimizi ve aklımızı istila ettiği anda diğerini ihmal etmekle karşı karşıya kalıyoruz. İçimizdeki dünyanın orantısız istilasından meczup olmaya kapı aralanabilecekken içinde yaşadığımız dünyanın kalbimizi işgali, bizi daha az insan olmanın eşiğine terk ediyor.

Çetin kavga...

İçinde yaşadığımız dünyanın gündeminden anında haberdar oluyoruz. Akıllı telefonlarımız mütemadiyen bilgi akışı sağlıyor. Bizi ilgilendiren, kısmen ilgilendiren yahut asla ilgilendirmeyecek olan binlerce şeyin bilgisini ceplerimizde taşıyoruz. Keşke diyorum bazen; yeni bir icat çıkarsa birileri de her insan sadece kendisini ilgilendiren şeylerin bilgisine maruz kalsa. Bilgiye maruz kalmak... Evet, böyle bir fecaat duruyor kapımızda.

Lazım olanın bilgisine sahip olmakla lazım olmayan bilginin sana sahip olması arasında büyük fark var. Biri telli duvaklı gelin gibi geliyor kalbine, diğeri kalbindeki telli duvaklı geline tecavüz için orada. Gün içinde maruz kaldığımız lüzumsuz bilgiler bir çöp yığınına çeviriyor kalbimizi. O dağlarca çöpün (fotoğraf denizi de diyebilir bir önceki yazıyı okuyanlar) içinde kalbe ait olanın bilgisini fark edip bulmak ve ondan bir gündem çıkarmak her babayiğidin harcı değil. Babayiğit değilsek bu kavgaya girmeyelim mi? Hayır, girelim. Bazı kavgaları güçlüler kazanır, bazen de kavga ede ede güçlenir insan. Belki içimizden süzüp aşkla damıttığımız hakikatler, içinde yaşadığımız dünyayı dönüştürmeye yetmeyecek ama hiç olmazsa yaşadığımız dünyanın, insan kalmak için yaşatmaya mecbur olduğumuz dünyaya taarruzunda kavî birer set vazifesi görecek.

Kalbimiz istila altında. Filan meşhurun bilmem kaçıncı kocasından boşandıktan sonra yaptığı ilk işten tutun, falancanın meşhur olmak için amuda kalkarak dünyanın dört bir köşesinde çektiği 'selfie'lere kadar her bir şey haber diye yağıyor ceplerimize. Gazeteler, siyasilerin anlamsız didişmelerinden döviz kurundaki dalgalanmanın magazin taraflarına, saçları ABD'nin yeni başkanına çok benzediği için kardeş olabilme ihtimalleri olan adamdan daha bilmem nerelere ve kimlere kadar anlamsızlık boca ediyorlar üzerimize. Televizyonlar, sanki bir program hazırlarken kendisine ilk olarak şunu sormayı mecbur tutan adamlar tarafından yönetiliyor: Hiç kimseye hiç bir faydası olmayan bir iş daha yapmalı ama nasıl? Gazete, televizyon, sosyal medya ve bilumum haber kaynağının çaldığı bu senfoniye; arkadaş, mahalle, çarşı, okul, komşu ve evimiz de hiç bir şey yapmazlarsa alkışlarıyla eşlik ediyorlar. İşte bu hengâmede kaynayıp gidiyor içimizdeki dünyanın gündemi.

Kuşların ötüşünü duymuyorsak, güneşin doğuşunu seyretmek aklımıza gelmiyorsa, çiçeklerin kokusu sarhoş etmiyorsa bizi, karın adı kâbusa çıkmışsa ve yağmurda kollarımızı açıp başımızı göğe tutmak aklımıza gelmiyorsa bundandır.

Bundandır alıp verdiğimiz her nefeste kalbimizin Allah demeyişine kahrolmayışımız. Bizden işlerimizi ibadet gibi yapmamız istenirken, bizim ibadetlerimizi yaparken kalbimizde işlerimizin atması bundandır.

Yetimin mahzunluğunun farkına varmıyorsak, mazlumun gözyaşı içimizi kanatmıyorsa, yanı başımızdaki acılara bigâne ise kahkahalarımız, Halep deyip uykularımız kaçmıyor, Arakan deyip yemekler boğazımıza takılmıyorsa hep bundan.

İçinde yaşadığımız dünyaya rengini bizim verdiğimiz zamanlarda, içimizde yaşattığımız dünya şimdilerdeki gibi yıpranmıyordu. Yahut şöyle ifade edelim: O vakitler adam olamamak için ciddi bir kabiliyet(!) gerekiyordu, şimdilerde adam olabilmek için en büyük kabiliyetler dahi aciz kalıyor. Bir zaman kalbimiz yeryüzüne revnak verirdi, şimdilerde yeryüzünün rengine büründükçe bürünüyor kalbimiz. Mühimi bir başkasının belirlediği bir dünyada yaşıyoruz artık. Ve mühim olanlara dair bütün ölçü, usul ve üslubu... Makas açıldıkça açıldı, dilemma tarifsiz, gerginlik had safhada.

Kalbimiz başka söylüyor, aklımız başka. İman başka bir yere çağırıyor, zaman başka bir yere. İçimiz bizi ölümle doğulacak olan bir hayatın hazırlığına davet ediyor, dışımız ölümü hiç hatırlamadan gününü gün etmenin davetçisi.

Ne yapalım peki?

Televizyonları kapatıp, telefonları atıp, gazetelerden uzak durup, dağ başına çekilip koyunlarımızı mı güdelim?

Hayır!

Bir kalbimiz olduğunu hatırlamakla başlayalım işe. O kalbin bir sahibi olduğunu fark edelim. Dertleşelim kalbimizle. “Ey kalbim bu gün ne var ne yok?” diyelim. 'Mutlak var'ı ve varmış gibi yapan yokları dinleyelim kalp sızımızdan. Mühim olanı bize ihtar edebileceği kadar zaman bırakalım ona. İki kişi olalım: Kalbimiz ve biz. Bir iş yaparken soralım ona: Sen ne diyorsun?

Bir kalp gündemimiz olacaksa bir gün, önce kalbimiz diye bir gündemimiz olsun. Üzerindeki çer çöpü ayıklayalım, kirleri temizleyelim. Her günahın kalbimizde bir leke bıraktığını fark edelim. Bir yandan temizlemeye çalışırken diğer yandan yeni kirlerle doldurmamak için ihtimam gösterelim, uzak duralım günahlardan. Temizlenen her leke ile birlikte alttan yukarı sızarak yüzünü gösteren nurlardan bir iştiyak yapalım kendimize. Şevkimiz arttıkça leke kalmasın, leke kalmadıkça artsın aşkımız ve aşkla, iştiyakla kalbimizi nurdan bir ayna gibi seyredelim.

O zaman bunca yormaz belki bizi dışımızdaki dünyanın anlamsız hengâmesi. Hayat daha tahammül edilebilir bir şey olur belki o zaman. Gayretimiz önce bir perde olur, sonra demir bir parmaklık ve gaflet ilkin yüzünü gösteremez, sonra da hiç süzülemez kalbimizden içeri. Kalbimiz ilk günkü gibi nur pompalar cümle âzâlarımıza. Aşkla ışıldar yüzümüz ve yüzümüze bakan kalbini fark eder belki, kim bilir? Yayılırız yeryüzüne, birbirimize dokunuruz kalplerimizin ucuyla ve efsunlu bir temasla dokunduğumuz her insan kalbine döner, kalbinin sahibine döner belki de, kim bilir?

Mühim olanı bir kez daha fark eder insanoğlu. Ne için yaratıldığını, içinde yaşadığı dünyaya, içindeki dünyayı yaşatmak için geldiğini bir kez daha fark eder. Rengi, şekli, kokusu değişir yeryüzünde ne varsa. Bize dedelerimizden kalan bir avuç toprağı çok görenlerin bile kalp topraklarını dedelerimiz gibi adaletle, muhabbetle yeşertiriz belki.

Ben kalbimi fark edeceğim ve dünya değişecek öyle mi?” deme bana!

Çünkü sen kalbini fark etmeden değişmeyecek hiçbir şey, sen bile!