Ahmet Hakan'ın kırık kolunun hikayesi!
Ahmet Hakan'ın kolu kırıldıktan sonra yanında olan ilk kişi Sanem Altan Ahmet Hakan'ın acısını ve o anda ne kadar çaresiz kaldığını anlattı!
Vatan gazetesi yazarı Sanem Altan, Ahmet Hakan'ın başına gelen o vahim kazayı anlattı. Dakika dakika saniye saniye hem de, Ahmet Hakan'ı ameliyata alırken hakkını nasıl hella ettiğini de söyledi...
Bizim bile okurken canımız yandı.... İşte Sanem Altan'ın o satırları
(...) Odalarımıza çıktık.
Ne kadar geçti bilmiyorum.
Telefonum çaldı.
Ahmet’ti.
Telefonu açtım.
Çok canı yanan, hatta nefes almakta zorlanan birinin yardım isteyen
sesini duydum.
“Saneemmmmm, düştüm, kolum kırıldı kıpırdayamıyorum, çok kötü,
çabuk”
Kelimelere gerek yoktu, o ses, durumun çok ciddi olduğunu anlatmaya
yetiyordu. Fırladım odadan.
Koridorda, Ahmet’in odasına koşarken - ki odaya varmam 10 saniyeyi
geçmedi- odadan çıkmadan önce kapıyı açtırmak için resepsiyonu
aramamış olmanın aptallığını fark edip, uzakta gördüğüm bir kat
görevlisine “Acil durum. Kapıyı açar mısınız lütfen.. Acele edin.
Acele edin lütfen” diye bağırarak kapıyı açtırdım.
Öleceğini düşündüm...
Ahmet, banyonun mermer zemininde, yerde yatıyordu. Nefes almakta
zorlanıyordu. Yüzü bembeyazdı. Tüm vücudu titriyordu. Kolu, bir
daha asla o görüntüyü unutamayacağınız kadar vücudundan bağımsız,
ayrı bir parça gibi yerde duruyordu. Ahmet’e bunu hiç söylemedim
ama o an gerçekten ölebileceğini düşündüm.
Düşerken başını da vurmuştu herhalde ama yaşama tutunmanın can
havliyle beni aramıştı.
O görüntüyle karşılaşınca önce resepsiyonu arayıp ambulans istedim,
buna çok acil ihtiyacımız olduğu sanırım sesimden o kadar belliydi
ki resepsiyondaki görevli manasız bir tek soru bile sormadı.
Ardından hemen, İbrahim’i aradım, “Ahmet düşmüş, çok kötü
gözüküyor, hastaneye gidilmesi gerekiyor, acaba Çeşme’de iyi
hastane neresi, iyi doktor kim, yardım lazım” dedim.
Benim kocam, İbrahim Seten, soğukkanlı, akıllı ve her şartta en iyi
planı yapabilen biridir. Onun orada olması Ahmet’in iyileşeceğinin
ilk “ulvi” işaretiydi benim için. Bu telaşlı anları atlattıktan
sonra Ahmet’in yanına dönüp ona doğru eğilerek, ölebileceğinden
korktuğum halde bu endişemi mümkün olduğunca saklayarak, soğukkanlı
bir sesle, “Ahmet beni duyuyor musun” dedim. Çünkü çevresinde
olanlarla bağlantısını koparmış, derin ve hızlı şekilde nefes alan,
hatta başka türlü nefes alamıyormuş gibi gözüken, gözlerini sabit
bir noktaya dikmiş biriyle ambulans gelene kadar baş başa olacaktım
ve “ne yazık ki” en doğru şeyleri yapmak zorundaydım.
Ahmet beni duyduğunu gösteren bir şekilde gözlerini bana
çevirdi.
Önce onu rahatlatacak, durumun vahametini “küçümseyen” matrak
şeyler söylemek istedim, “Vakitçiler şu halini görseler ne
yazarlardı ya da Ahmet hâlâ çok ‘yazar’ gözüküyorsun korkma” gibi.
Bence bu yol daha iyiydi ama bana çevrilen gözleri bunun iyi fikir
olmadığını söyledi.
“Ahmet çok iyisin. Sadece kolun kırık.”
O kola, “sadece kolun kırık” demek gerçekten zordu, inanın bana
“Gelmek üzereler. Her şey yolunda, tedirgin olacak bir şey yok. Çok
iyisin, çok iyi gözüküyorsun” dedim. Bu da büyük bir yalandı.
Ahmet ilk defa konuştu bunun üzerine. “Tamam. Çok üşüyorum. Bir
sigara versene.”
Annesi, Ahmet ilk konuştuğunda benim o an yaşadığım sevinci
yaşamamıştır herhalde.
Ahmet konuştu. Üstelik sigara istedi.
Bir sigara yakıp verdim. Ayaklarını altına üşümemesi için havlu,
başının altına yastık koydum. Ve geçmek bilmeyen dakikalar boyunca
ambulansı bekledim..
Canı çok yanıyordu. Sol koluna dokunmak mümkün değildi
Ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Çaresizliğimi hissetmemesi için, her şeyin yolunda olduğunu
söylüyordum sürekli.
Hatta belli bir noktada, o gayet sakin, bense sakinleştirilmeye
muhtaç bir haldeydim.
Gözlerinden yaşlar akıyordu...
Sonunda geldiler.
Üç ambulans görevlisi.
Ahmet’i önce sedyeye yerleştirdiler. Çok zorlu bir etaptı. Sonra
ambulansa koydular ve hastaneye geldik.
Akşam dokuz buçuk, on oluyordu sanırım.
Doktorlar olaydan haberdar bizi bekliyordu. İbrahim’in ettiği ve
ettirdiği telefonlar sayesinde mühim bir hastanın geldiğini hastane
personelinin bildiği her hallerinden belli oluyordu.
Zor anlar bir türlü bitmiyordu ama.
Doktorların, nesi olduğunu anlamak için ona her dokunuşlarında
Ahmet korkunç bir acı çekiyor, tansiyonu düşüyor, müdahale imkansız
hale geliyordu.
Acıdan gözlerinden yaşlar akıyordu. Dayanmaya çalışmak onu daha da
yoruyor neredeyse ölmeye razı hale getiriyordu.
“Erkek, yazar, ünlü” olmak ilk defa hayatını bu denli
zorlaştırıyordu herhalde Ahmet’in.
Kendini bıraksa, bağırsa, ağlasa belki bayılsa çok daha rahat
edecekti.
Ama yapamıyordu. O andaki acısını ve zayıflığını, bir yandan o
acıyı çekerken gizlemeye uğraşıyordu.
Çeşme’de ameliyat olmak istedi
Ahmet’in kolunun acısının yanında yaşadığı psikolojik sıkıntının da
farkına varan Doktor Serdar, bana dönüp “Bu kırık büyük acı verir,
bağırmak iyi gelir mesela. Ahmet Bey çok iyi dayanıyor. Endişe
etmeyin” dedi. Doktora sarılıp öpmek istedim o an.
Doktorun sanki benim endişelerime cevap veriyormuş gibi Ahmet’i çok
zarif bir şekilde, onu hiç tedirgin etmeden yüreklendirmesi
gerçekten müthişti.
Serum bağlandı. Kan alındı, sakinleştirici ve ağrı kesiciler
yapıldı. Röntgen çekildi ve sonuç gece on bir civarı çıktı;
ameliyat olmalıydı.
Sol kolunun humerus kemiği ortadan ikiye ayrılmış, tekrar birbirine
kaynaması için de ameliyatla oraya iki plaka ve çiviler takılması,
parçalanan kemik uçlarının “tamiri” için de dirsekten alınacak
küçük kemik parçalarının kırık noktaya yerleştirilmesi
gerekiyordu..
İbrahim, hemen İzmir veya istanbul’a gidilmesi, çok iyi bir uzmana
bu ameliyatın yaptırılması için çalışmalara başladı..
Ahmet verilen ilaçların etkisiyle gevşemiş “Ben burada hemen
ameliyat olup bitirmek istiyorum bu işi, kıpırdamak istemiyorum,
sen ne dersin” dedi.
Öyle zor karardı ki.
İbrahim haklıydı korkularında. Çeşme’deydik, küçük bir
hastanedeydik ve sonra telafisi zor olabilecek tıbbi yanlışlarla
karşılaşabilirdik...
Ahmet’i de anlıyordum. Doktora güvenmişti ve kolundaki acı, hayatta
o acıdan başka bir acı olabileceğine inanma ihtimalini yok etmişti.
Başka ne olabilirdi ki...
Dualara sığınarak Ahmet’in dediğini kabul edip, ameliyata girmesine
izin verdiğimi gösteren resmi kağıdı imzaladım.
Kapının önüne bir sigara içmeye çıktım.
Hayatımızı, hayattan daha büyük gerçeklerle, evrenin sonsuzluğuyla,
milyarlarca yıldan beri akıp giden zamanla kıyasladığımızda
hissettiğimiz o tuhaf manasızlığı ve yetersizliği hissettim. Bu
kaza bir kez daha yüzüme vuruyordu bunu. Her şey anlamsızdı. Bir
kaza olabilirdi ve önemli sandığın her şey önemsizleşirdi. Sakat
kalabilirdin, ölebilirdin. Olaylar karşısında çaresizleşirdin.
Leyla’yı düşündüm. İstanbul’da küçük yatağında uyuyan küçük
kızımı.
Bir gün, bir gece yarısı bir hastanenin önünde, bir dostunu, bir
arkadaşını, bir yakınını beklemek zorunda kalırsa diye üzüldüm.
“Ahmet Bey’i ameliyata alıyorlar” sesiyle, gözlerimi silerek içeri
girdim tekrar..
Odadan çıkmak üzereydiler, elini tuttum.
Ve yavaşça fısıldadım “Varsa bir hakkım helal olsun.”