Ahmet Altan'dan AK Parti'ye bombardıman
Hani askerî vesayet bitmişti? Hani "halkın temsilcisi" olan bir iktidar işbaşına gelmişti?
İşte Altan'ın köşesinden çarpıcı bir bölüm:
Uludere'de insanları bombalama emri veren generalleri
korudular.
Suçu öldürülenlerin üstüne atmaya kalktılar.
Dün Sedat Ergin'in ayrıntılı biçimde anlattığı gibi, bir keşif
uçağını doğrudan Suriye sahillerine yönlendiren ve düşmesine ya da
düşürülmesine neden olan emrin kimden geldiğini halktan
sakladılar.
Şimdi, o dönemin işkenceden mahkûm polisini çok önemli bir mevkie
getiriyorlar.
Askerî vesayetle bu iktidar arasında nasıl bir ilişki var?
Kim kimi kullanıyor?
Bütün bu olanlara baktığımızda, askerî vesayetin "görünürde
geri çekilip", "muhafazakâr görünümlü" bir iktidarı kendine kalkan
yaparak eskiden yaptıklarını aynen yapmaya devam ettiğini
görüyoruz.
Eskiden bütün bu olanların sorumluluğunu generaller üstlenir, hesap
sormaya kalkanları da acımasızca cezalandırırlardı.
Şimdiki fark ne?
Aynı "suçların" emirlerini "siviller" vermiş gibi
gözüküyor.
Suç aynı, zihniyet aynı, sadece sorumlular farklı.
Demokrasi, "askerî vesayetin" sivilleri kendisine kalkan yaparak
devam etmesi değildir, demokrasi, askerî vesayet anlayışının
bitmesidir.
Demokrasi, Uludere'de insanları öldürenlerin...
Suriye'de pilotları ateşin üstüne gönderenlerin ortaya
çıkarılmasıdır.
Demokrasi, işkencecilerin asla devlet görevlerine
getirilmemesidir.
Bir başbakanı generallerin masasının başına oturtmak
demokrasiye yetmiyor, demokrasi olabilmesi için o masanın başında
oturan adamın o generallerin suçlarına engel olması, suçluların
ortaya çıkıp yargılanmasını sağlaması gerekiyor.
Askerî vesayet döneminin "koruduğunu", şimdi de sivil iktidar
koruyup baş tacı yapıyorsa, Türkiye nasıl bir değişimden geçmiş
oluyor?
"Muhafazakâr" bir iktidarı sahneye çıkartıp geniş
kalabalıkları kandırarak, o kalabalıkları "iktidar olduklarına"
inandırarak, şimdi eskisinden de rahat suç işliyor, üstelik de
sorumluluktan kurtuluyorlar.
Sistem aynen devam ediyor.
"İnsan haklarına" önem vermeyen Türkiye gene "insan
haklarına" önem vermiyor.
Muhafazakârların ve dindarların, sistemin aynen devam ettiğini
anlamaları için "muhafazakârların" mı acı çekmesi
gerekiyor?
Öldürülenler ve işkence görenler "muhafazakârlardan"
olmadığı sürece askerî vesayetin başımızın üstünde yeri mi
var?
Muhafazakârlara işkence yapılmazsa işkence serbest mi olsun?
Öldürülenler muhafazakâr dindarlar değilse insanlar fütursuzca
öldürülsün mü?
İktidarda kalabilmek için her suçla işbirliği yapmaya razı mı
muhafazakârlar?
O ünlü söze geri döndük, "Kaplanın üstüne binersen
inemezsin, indiğinde seni yer", askerî vesayetle işbirliğine
koyulduğunda vazgeçemezsin, vazgeçtiğinde seni yer.
Biraz palazlandığında sen vazgeçmezsen de seni yer aslında.
İşkenceye göz yumarsan, sonunda seni de işkenceye çekerler.
"Başkalarının" kellesini kesmek için
"giyotini" bulan adamın başını da giyotinde
kesmişlerdi.
Başkasının acılarına bu kadar bigâne duran insanlar da
sonunda acı çeker.
Bunu hiç unutmayın.
Bazı haberler insanı ürpertiyor hakikaten, öylesine korkunç bir
gerçekle karşılaşıyorsunuz ki gerçekliğinden kuşkulanıp defalarca,
defalarca okuyorsunuz.
“İşkenceye sıfır tolerans” diyerek seçim kazanmış bir iktidar var
bu ülkede.
İstanbul’da Terörle Mücadele’nin üst yönetimine bir polis şefi
atamışlar.
İki kez “işkenceden” mahkûm olmuş.
Birinde Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde...
Bu mahkûmiyeti “iyi hâlden” ertelenmiş.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu cezanın ertelenmesini “insan
haklarına” ve evrensel hukuka aykırı bularak Türkiye’yi mahkûm
etmiş.
İkincisinde işkence suçlaması için Türk mahkemeleri “takipsizlik”
kararı vermiş.
İşkence mağduru Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmuş ve
İnsan Hakları Mahkemesi bu olayda da “işkence suçunu” sabit görüp,
Türk devletini işkenceyi ve işkenceciyi korumaktan suçlu
bulmuş.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları görmezden
gelinmiş.
Adı “İnsan Hakları Mahkemesi” olan bir mahkeme, “siz vatandaşınıza
yapılan bu işkenceyi hoş görmüşsünüz, cezalandırmamışsınız hâlbuki
bu suçtur” diyor, bizim devlet aldırmıyor.
“İnsan hakları” için kurulmuş bir mahkemenin “işkenceden” sorumlu
tuttuğu bir görevliyi, şimdi de bu iktidar çok “kritik” bir göreve
getiriyor.
Askerî vesayet döneminin “işkencecileri” koruyan sistemi içinde
“işkence yaptığı saptandığı”hâlde cezası ertelenen, daha sonra gene
işkence suçundan hakkında “takipsizlik” kararı verildiği için
Türkiye’nin AİHM’de mahkûm olmasına neden olan bir görevliden bu
iktidar nasıl bir “hizmet”bekliyor?
Neden “askerî vesayete karşı çıktığını” söyleyen “muhafazakâr ve
dindar” bir iktidar, askerî vesayetin “suçu mahkemece tescil
edilmiş” işkenceci bir görevlisinden medet umuyor?
Hani askerî vesayet bitmişti?
Hani “halkın temsilcisi” olan bir iktidar işbaşına gelmişti?
Uludere’de insanları bombalama emri veren generalleri
korudular.
Suçu öldürülenlerin üstüne atmaya kalktılar.
Dün Sedat Ergin’in ayrıntılı biçimde anlattığı gibi, bir keşif
uçağını doğrudan Suriye sahillerine yönlendiren ve düşmesine ya da
düşürülmesine neden olan emrin kimden geldiğini halktan
sakladılar.
Şimdi, o dönemin işkenceden mahkûm polisini çok önemli bir mevkie
getiriyorlar.
Askerî vesayetle bu iktidar arasında nasıl bir ilişki var?
Kim kimi kullanıyor?
Bütün bu olanlara baktığımızda, askerî vesayetin “görünürde geri
çekilip”, “muhafazakâr görünümlü” bir iktidarı kendine kalkan
yaparak eskiden yaptıklarını aynen yapmaya devam ettiğini
görüyoruz.
Eskiden bütün bu olanların sorumluluğunu generaller üstlenir, hesap
sormaya kalkanları da acımasızca cezalandırırlardı.
Şimdiki fark ne?
Aynı “suçların” emirlerini “siviller” vermiş gibi gözüküyor.
Suç aynı, zihniyet aynı, sadece sorumlular farklı.
Demokrasi, “askerî vesayetin” sivilleri kendisine kalkan yaparak
devam etmesi değildir, demokrasi, askerî vesayet anlayışının
bitmesidir.
Demokrasi, Uludere’de insanları öldürenlerin...
Suriye’de pilotları ateşin üstüne gönderenlerin ortaya
çıkarılmasıdır.
Demokrasi, işkencecilerin asla devlet görevlerine
getirilmemesidir.
Bir başbakanı generallerin masasının başına oturtmak demokrasiye
yetmiyor, demokrasi olabilmesi için o masanın başında oturan adamın
o generallerin suçlarına engel olması, suçluların ortaya çıkıp
yargılanmasını sağlaması gerekiyor.
Askerî vesayet döneminin “koruduğunu”, şimdi de sivil iktidar
koruyup baş tacı yapıyorsa, Türkiye nasıl bir değişimden geçmiş
oluyor?
“Muhafazakâr” bir iktidarı sahneye çıkartıp geniş kalabalıkları
kandırarak, o kalabalıkları “iktidar olduklarına” inandırarak,
şimdi eskisinden de rahat suç işliyor, üstelik de sorumluluktan
kurtuluyorlar.
Sistem aynen devam ediyor.
“İnsan haklarına” önem vermeyen Türkiye gene “insan haklarına” önem
vermiyor.
Muhafazakârların ve dindarların, sistemin aynen devam ettiğini
anlamaları için “muhafazakârların”mı acı çekmesi gerekiyor?
Öldürülenler ve işkence görenler “muhafazakârlardan” olmadığı
sürece askerî vesayetin başımızın üstünde yeri mi var?
Muhafazakârlara işkence yapılmazsa işkence serbest mi olsun?
Öldürülenler muhafazakâr dindarlar değilse insanlar fütursuzca
öldürülsün mü?
İktidarda kalabilmek için her suçla işbirliği yapmaya razı mı
muhafazakârlar?
O ünlü söze geri döndük, “Kaplanın üstüne binersen inemezsin,
indiğinde seni yer”, askerî vesayetle işbirliğine koyulduğunda
vazgeçemezsin, vazgeçtiğinde seni yer.
Biraz palazlandığında sen vazgeçmezsen de seni yer aslında.
İşkenceye göz yumarsan, sonunda seni de işkenceye çekerler.
“Başkalarının” kellesini kesmek için “giyotini” bulan adamın başını
da giyotinde kesmişlerdi.
Başkasının acılarına bu kadar bigâne duran insanlar da sonunda acı
çeker.
Bunu hiç unutmayın.