Ahmet Altan 'son oyun'unu oynadı
"Kasaba uyuyordu. Büyük şehirlerde daima uyanık birileri vardır ama kasabalarda herkes aynı zamanda uyur, bunu buraya geldikten sonra öğrendim"
“Kadınları en iyi anlayan yazarı” olarak bilinen Altan’ın kitabının iki bölümü ilk kez Hürriyet Pazar’da yayımlandı.
Ahmet Altan’ın kitabının iki bölümü şöyle:
I. Bölümden
Kasaba uyuyordu.
Büyük şehirlerde daima uyanık birileri vardır ama kasabalarda herkes aynı zamanda uyur, bunu buraya geldikten sonra öğrendim.
Kasabanın tek büyük caddesinde görkemli bir heykel gibi duran okaliptüs ağacının altındaki banka oturdum, eski usul, üstünde çizikler, bıçakla kazınmış isimler hatta bir kalp resmi bulunan, aralıklı bir şekilde dizilmiş koyu kahverengi kalın tahtalardan yapılmış bir banktı.
Bu kasabaya geldiğimden beri buraya oturmayı hep istemiştim ama bunu bu geceye kadar hiçbir zaman yapamamıştım.
Sırtımı banka dayadım.
Başımı gökyüzüne doğru kaldırdım.
Herkes uyuyordu ve herkes aynı anda rüyalar görüyordu.
Gökyüzüne doğru bakarken bütün evlerden, pencerelerden,
bacalardan, kapılardan rüyaların çıkarak yükseldiğini, bulutumsu
bir beyazlığın içinde rengârenk
insanların konuştuğunu, güldüğünü, haykırdığını, seviştiğini,
kadife perdeli tiyatro sahnelerinin, ahırların, karanlık
sokakların, oturma odalarının, pazar yerlerinin, sahillerin içinde
kıvrıla büküle birbirlerine dokunduklarını, bir atın kişnediğini,
iki kadının öpüştüğünü, bir çocuğun ağlayarak
koştuğunu, altın sikkeleriyle dolu bir hazineyi, bir
bıçağın parladığını, değişik rüyalarda bazen aynı adama ya da
kadına rastlandığını, insanların başkalarının rüyalarında
çoğaldığını gördüm.
Kasabanın rüyalarını seyrettim. Sarhoş değildim ya da içkiden sarhoş değildim.
Biraz önce birini öldürmüştüm. Bunu bir rüya gibi hatırlıyordum.
Hatırladığım çok fazla bir şey yoktu aslında, kolumu hatırlıyordum, vücudumdan ayrı bir parça gibiydi, elim kolumdan uzaklaşmıştı, bir tabanca tutuyordu, tetiği çektiğimi hatırlamıyorum, tabancanın sesini duydum yalnızca, sonra karşımdaki bir şey söylemek ister gibi ağzını açmış, yüzünü buruşturmuş, bir kolunu havaya kaldırmış, diğerini karnına bastırmıştı, dizlerinin üstüne yıkıldığını gördüm, hiç kan görmedim. Cinayet işleyenlerin ne hissettiğini bilmiyorum, ben o anda derin bir kasılmayla birlikte neredeyse vücudumun her yerinde korkuyu hissetmiştim, daha önce hiç böyle bir korku yaşamamıştım, vücudum, etim, damarlarım korkmuştu, sonra sanki bir uykuya daldım.
Evden çıkıp yürüdüm.
Galiba hiçbir şey düşünmedim.
Bu banka gelip oturdum.
Tanrı’nın kötü ve savruk bir romancı olduğunu düşünüyorum.
Yarattığı bütün insanlar arasındaki ilişkileri tesadüfler üstüne kuran, olayların sıkıştığı bölümleri tesadüflerle çözen bir romancıya iyi bir romancı demem ben.
Ama Tanrı’nın yarattığı vahşi bir mizahla süslenmiş bu hayatta tesadüflerden başka bir şey yok.
Tesadüfleri çıkardığınızda hayat bitiyor.
Buralı değilim ben.
Uzaklardan, büyük bir şehirden geldim.
Bir cinayet romanı yazmak için geldiğim kasabada ben bir cinayet
işlediysem eğer, bunu Tanrı’nın tesadüflerindeki savruk
insafsızlığa ve alaycılığa
bağlamamdan daha doğal ne var?
Bütün kasaba rüya görüyor.
Bir ben uyanığım ama uykuda gibiyim.
Bütün hikâyeyi anlatacağım.
Ben yazmadım bunu, Tanrı yazdı, onun için böylesine aldırmaz, böylesine inanılmaz ve böylesine vahşi.
XV. Bölümden
Benim Zuhal’e bir şey anlatmama fırsat kalmadı o gece.
Çok uzun zamandır beklediğim cümleyi yazdı.
“Yarın akşam dağdaki otele gideceğim. Gel.”
Fazla konuşmadık.
Sadece bir soru sordu.
“Gerçek hayatta da burada yaptığımız kadar iyi olacak mı?”
“Olacak.”
“Emin misin? Ya olmazsa…”
“Olacak.”
“Ben oraya varınca sana mesaj atıp odamın numarasını yazarım.”
“Peki.”
“Yarın akşam görüşürüz. İyi geceler.”
Ekranı kapatmadım. Kalkıp salonda dolaştım. Gelip tekrar yazdıklarını okudum.
Hayatımda sadece iki kere gördüğüm bir kadın, üstelik bir başka erkeğe âşık ve benim yeryüzündeki en yakınım.
Ondan başka hiç kimsem yoktu.
Hayat hikâyesini biliyordum. Ailesini. Çocukluğunu. Arkadaşlarını. Nasıl seviştiğini. Nelerden hoşlandığını. Sevişirken neler söylediğini. Kimsenin onun bildiğini bile bilmediği kelimeleri bildiğini. Bir kez bile çıplak görmemiştim.
Hiç sesini duymadan nasıl inlediğini biliyordum.
Yalnızca bir ekranda beliren yazılardan ve hayallerden ibaretti ilişkimiz.
Bu ekranda çok yakındık.
Gerçek hayatta ise ilişkimizin ne olduğu belli değildi. Bu ekranın dışındaki hayatında bana anlatmadığı neler olduğunu bilmiyordum. Benden birçok şeyi sakladığının farkındaydım.
Beni de gerçek hayatındaki insanlardan saklıyordu.
Bir hayalettim onun için.
Geceleyin bir ekranın parlak yüzeyinde beliren yazılardım.
Harflerden başka bir şey değildik birbirimiz için.
Şimdi ikimiz de gerçek hayatın, o harfler kadar etkileyici ve güzel olmamasından çekiniyorduk.
Tek tek harflerden oluşturduğumuz bir hayat vardı ve o hayatın, gerçek denen hayatla çarpıştığında parçalanacağından korkuyorduk. İçten içe sadece bu ekranda kalmayı bile istiyorduk belki.
Ama ikimiz de merak ediyorduk.
Yazarken zevkleri, coşkuları, hastalıkları bu kadar denk düşen bir kadınla erkeğin, birbirine dokunurken de aynı zevki alıp almayacağını kestiremiyorduk.
Düşüncelerimizde yaratılmış bir hayat, beş duyumuzun oluşturacağı başka bir hayatla karşılaşacaktı.
Düşüncelerimizle yarattıklarımızın, beş duyumuzun yaratacağından daha iyi olabileceğini düşünüyorduk.
Bir kadının bacağına dokunduğunu düşünmek, bir kadının bacağına dokunmaktan daha zevkli olabilir miydi?
Beş duyunun algıladığına ‘gerçek’ diyorduk, peki bu ekranda düşüncelerimizle yarattıklarımız neydi? Koklamadığımız, görmediğimiz, tatmadığımız, duymadığımız, dokunmadığımız için ‘gerçek’ değilse, yaşanan o haz dolu geceleri, o çılgınca zevkleri, kıvranmaları neyle açıklayacaktık?
Bu ekran olmadan önce, yaşanan her şeyde düşünceler ve duyular birlikte hareket ediyordu, birbirlerini etkiliyordu ama bu ekran düşüncelerle duyuları birbirinden ayırmıştı ve şimdi hangisinin daha gerçek, hangisinin daha kuvvetli olduğunu anlamanın zamanı gelmişti bizim için.
Düşüncelerimize, duyularımızdan fazla güvendiğimizi hissediyorduk.
Düşüncelerimizle yarattığımız hayat mükemmeldi.
‘Gerçek’ hayatın fazlalıklarını, çirkinliklerini, bozukluklarını atıyor ve kendimize kusursuz bir hayat yapıyorduk.
Duyularla o kadar mükemmelini yaratmak mümkün olmayabilirdi.
Düşüncelerimizle duyularımız ya savaşacaklar ve biri diğerini perişan edecekti ya da muhteşem bir barış yapacaklardı.
İnsanoğlunun binlerce yıldan beri merak ettiği bir çatışmanın, saf aklın mı yoksa maddenin mi daha belirleyici olduğu tartışmasının neticesi bir dağ otelindeki yatakta ortaya çıkacaktı.
Kendimi bu tuhaf düşüncelerle eğlendirip sakinleştirmeye
uğraşıyordum, “Herkes felsefeye aklıyla katkıda bulundu, sen
şeyinle sonucu açıklayacaksın” diye
söyleniyordum, bir ara kendimi kasabanın ışıklarına bakarak
gülerken yakaladım.
Huzursuz bir gece geçirdim.
Birkaç kez uyandım.
Sabah kalktığımda yorgun ve huysuzdum. Kasabaya inmedim. Gazeteleri evde okudum. Hamiyet’i seyrettim. Eteklerini sıvamış yerleri siliyordu. Benim baktığımı bildiğini biliyordum.
Bu ikimizi de heyecanlandırıp eğlendiriyordu.
Zuhal’in gideceğini söylediği otel, kasabadan yaklaşık kırk dakika uzakta, dağların arasındaki bir vadinin yamaçlarına yerleşmiş, köy evleri tarzındaki iki odalı, birbirinden uzak kulübelerden oluşuyordu.
Ormanların içine yerleşmişti ve aşağıdaki bir göle bakıyordu.
Akşama doğru nedense sakinleşmiştim.
Hatta gittikçe daha yavaş hareket ediyor, ağırdan alıyordum.
Güneş batarken evden çıktım. Orada ne kadar kalacağımızı bilmediğim için küçük bir çantaya birkaç gün yetecek kadar eşya koydum.
* Türk basın tarihinin en çok tartışılan gazetelerinden Taraf’ın kurucusu Ahmet Altan, kariyerine gazetecilikle başladı. Hürriyet, Güneş, Milliyet ve Yeni Yüzyıl’da çalıştı, 2 yıl Hürriyet Pazar’da yazdı. 2012’nin son ayında Taraf’tan istifa etti. O gün, “Artık gitme vakti. Asıl işime, romanıma dönüyorum” dedi. 2004 yılında Türkiye’de ilk kez 1 milyon adet basılan kitabın yazarı da oydu. Altan, ‘İçimizde Bir Yer’den neredeyse 10 yıl sonra yeniden roman okuyucusuyla yeni yayınevi Alfa aracılığıyla buluşuyor.