Adnan Menderes ve Hüsnü Mübarek benzerliği
Daha ayaklanmanın ilk günü, “Mısır’da sadece Mübarek muhalifleri yok; bir de onun fanatikleri var” demiş;
ADNAN BERK
OKAN
27 Mayıs 1960 Cuma idi. İhtilâlden sekiz gün sonra
4 Haziran Cumartesi günü sabahı 1 polis ve
2 jandarma sabahın köründe evimize gelip babamı aldılar
götürdüler.
Neden götürüldüğünü o gün söylemediler ancak ilk duruşmada
öğrendik…
Babam, ihtilalin olduğu ilk gün İzmir’den getirilip ihtilal
komitesinin başına oturtulan Org. Cemal Gürsel’e
küfür etmişti...
Babamın amcalarından birinin yanında çalışan İbrahim
Afacan isimli çırak (CHP’li) da aynı anda askerlere
koşarak babamı şikâyet etmişti.
Babamın ve otuzdan fazla sayıda arkadaşının tutuklanarak
nezarethaneye götürüldükleri gün okuldan döndükten sonra (o
zamanlar okullar cumartesi günü de vardı ama yarım gün ders
yapılırdı) anneciğim bir kaba yemek koydu. Merkez
Karakolu’ndaki nezarethanede gözaltına
alınan babacığıma götürecektim.
Kapların birinde yemek, diğerindeyse yoğurt vardı.
Karakolun kapısındaki polis, yemeği kime getirdiğimi sorunca,
babacığımın adını söyledim…
Önce yemek kabını açtı baktı. Sonra da yoğurt kabını. Aynı anda
elini yoğurt kabının içine soktu. Ben de o küçücük boyumla bastım
tekmeyi polisin bacağına ve dönüp arkamı başladım koşmaya.
Polis, elindeki kapları oracığa bırakıp beni takip etti.
Şevket Dingiloğlu Parkı’nın içine yeni girmiştim
ki arkama dönüp baktığımda polisin geldiğini gördüm. Hemen yerden
iki tane irice taş kapıp birini karakolun üst kat penceresine
fırlattım. Cam kırıldı. İkinci taşı arkamdan gelen polise attım
isabet ettiremedim. Tekrar dönüp kaçmaya başladım ama aynı anda
polis beni ensemden yakaladı. Sonra da yüzümü kendisine çevirdi.
Tokat atacak diye çok korktuğum o sırada karakolun üst kat
penceresine baktım. Babacığım çaresizlik içinde bizi izliyordu. Göz
göze geldik. Babam kırık camdan başını uzatmış beni tutan
polise:
“Sakın vurma ha! Ona ben bile şimdiye kadar fiske
vurmadım!” diye bağırıyordu.
Polis beni yavaşça yere koydu:
“Hadi bakayım evine git” dedi.
Sonra, yemek kaplarını dedeciğimin kunduracı dükkânına
göndermişlerdi.
Hayatımdaki ilk ve son anarşist eylemim o oldu ve
bir daha ömrüm boyunca devlete karşı hiçbir eyleme (hem de zaman
zaman aşırı tahrik olduğum halde) katılmadım.
“Devletim için” sandığım eylemlerimde de
aldanıyormuşum ya neyse!..
Babamın etkisiyle merhum Menderes, Polatkan ve
Zorulu’yu ben de çok sevdim, halen de sever ve
saygıyla anarım…
Her yıl 17 Eylül’de yarım saatimi
Menderes ve iki arkadaşına ayırıp onlar için
Kuran Meali okurum…
Neredeyse 47
yıldır hiç değişmeyen alışkanlıklarımdan biridir bu
17 Eylül’ler…
İstanbul’da yaşarken de, anıtlar yapıldıktan sonra
ve hem de hiç aksatmadan Topkapı’daki kabristana
gittim her yıl 17 Eylül günleri…
Son yıllarda gidemiyorum, evimde Kuran
okuyorum…
Ve…
Babacığımın hayatındaki en acı günlerinden
birisinin, sünnet olduğum güne rastladığını sünnetimden 3
yıl sonra öğrendim…
Çünkü benim sünnet olduğum tarih 17 Eylül
1961’dir…
Adnan Menderes’in idam edildiği gün yani…
Ve sünnet düğünüm 14 Eylül Perşembe gecesi
başlamıştı…
Delikanlılığımın ilk günlerinde koşu çalışmalarını yaptığım meyve
ağaçlarıyla bezenmiş bahçemizde ağırlıyorduk misafirlerimizi…
Bugün haklı bir üne sahip kanun sanatçısı Göksel
Baktagir’in babası Muzaffer Baktagir ve
arkadaşları çalıyordu bahçemizde…
Dönemin en parlak şarkıcılarından Sevim Şengül’ün
yine o günlerin en sevilen, Uşşak makamında
bestelediği “Mehtaplı gecelerde hep seni andım”
şarkısını o kadar çok dinlemiştim ki ezberlemiş ve cumartesi gecesi
sazların önünde söylemiştim…
Babacığım ve anneciğim nasıl da mutlu gülümsüyorlardı…
Şarkı bittikten sonra beni öpücük yağmuruna tutmuşlardı…
Ve sonraki gün…
Pazar…
Bir gün önceki babacığımın neşeli hali gitmişti. Kapıları
tekmeliyordu ve ben ne olduğunu anlayamadığım gibi soramıyordum
da.
Bahçemizde eğlenmeye gelen misafirlerimize “düğün müğün
yok… İnce sazlar da gelmiyo” dediğini duydukça için için
ağlıyordum…
Annem bir ara beni elimden tuttu ve sünnetten sonra yatacağım odama
götürdü…
“Menderesi asmışlar” dedi…
“Babam onun için mi misafirleri kovuyo”…
“Kovmuyo oğlum, çok üzüldü de…”
Yani…
Menderes’in idam edildiği öğrenen babacığım
düğünümü iptal etmişti…
Babacığımın misafirleri bahçeden çıkarışını çaresiz bakışlarla
izlediğimi bugün hâlâ çok net hatırlıyorum…
Sünnetçinin tam da keseceği sırada “Yaşasın
cumhuriyet” diye bağıracağım öğretilmişti…
Ama şu an kim olduğunu hatırlayamadığım bir amca beni sünnetçinin
önünde sıkıca tutuyordu…
Ve canım yanınca ağlamaya başladım…
Canımın yanması giderek artıyordu ki o sırada beni sıkıca tutan
amca, “aaa tavana bak tavana!” diye bağırdı…
Tavana bakmamla birlikte etimden et koptuğunu hissettim…
“Yaşasın cumhuriyet” diyememiştim…
Ya da dedirtmemişlerdi…
Hâsılı…
10 yaşımdan beri askerlere karşı bir öfke ve
kinle büyüdüm…
Ta ki kin ve nefretin insanın akıl sağlığını bozduğunu öğreninceye
kadar…
Babacığım merhumla neden anlaşamıyorduk peki?..
Söyleyeyim…
Babacığım Adnan Menderes ve
arkadaşlarının sütten çıkmış ak kaşık kadar temiz
olduklarına inanıyordu…
Ben ise yaşım ilerleyip okuduğum kitaplar çeşitlendikçe hataları da
olduğunu görüyordum…
Demokrasi anlayışları sakattı…
Merhum Menderes’e göre demokrasi,
“Çoğunluğun azınlığa tahakkümü” idi…
Oysa ben ilerleyen yıllarda gerçek demokrasinin azınlık haklarına
saygı göstermek olduğunu öğreniyordum…
Gerçek demokrat olabilmek için hukukun üstünlüğü ilkesini
kabullenmek gerekiyordu…
Muhalefetin konuşmasını, eleştirilerini ve ille de muhalif medyayı
anlayışla karşılamak gerekiyordu…
Oysa Adnan Bey merhum ne muhalefete tahammül
edebiliyordu, ne medyada kendisine yönelik eleştirilere, ne de
hukukun üstünlüğünü kabul ediyordu…
Mademki halkın çoğunluğu onu ve partisini tercih etmişti, her şeye
kadir olan O ve hükümeti olmalıydı…
Düşünüyorum da o günün halkı keşke bugünün
Tunusluları kadar olabilseydi…
O günün halkı keşke bugünün Mısırlıları kadar
olabilseydi…
Olabilseydi de cuntacıların darbeleri yerine sivil baskı sonucu
istifa etseydi DP Hükümeti…
Keşke, o darbe
daha sonraki darbelere “mayalık” etmeseydi…
Keşke… Keşke… Keşke…
Şimdi bugüne geleyim…
Mübarek adeta şansını zorluyor…
Daha ayaklanmanın ilk günü, “Mısır’da sadece Mübarek
muhalifleri yok; bir de onun fanatikleri var” demiş; ortam
yatışmaz, Mübarek istifa etmezse sonucun
Mısır ve Mısırlılar için daha da
kötü olacağına dikkati çekmiştim…
Ve korktuğum galiba oluyor…
Mübarek istifa etmeyeceğini açıklarken halkı
yatıştırmadı, yandaşlarına mesaj verdi…
“Sokağa dökülün ve muhalifleri ezin!” mesajı…
Ve Mısır için asıl tehlike dün başladı…
Tıpkı rahmetli Adnan Menderes’in, dönemin Milli
Savunma Bakanı ve üvey yeğeni Ethem Menderes’in
“istifa et” telkinini, dinlemeyerek, polise
güvenmekle yaptığı hata gibi…
Başbakan Erdoğan’ın Mübarek’i
istifaya davet edişini geç bulanlara da bir çift sözüm var…
Bir ülkenin dış politikasını tayin etmek, yumurta pişirmeye
benzemez..
Aceleye de gelmez…
Önemli olan gerekli sürecin sonunda alınan karar ve
uygulamadır…
Şu anda medyamızın ve muhalefetimizin yapması gereken
Başbakan’a “neden geç kaldın?”
diye sormak değil; tavrına “destek” vermektir…
adnanberkokan@gmail.com