Acun ne yapacak?.. Ne yapmalı?..

Acun doğru yerde, doğru zamanda, doğru insanlarla tanışmış; kısmet çeşmesi açık bir kardeşimiz…

ADNAN BERK OKAN

 

Yazımın başlığına cevap vererek başlayayım:

Ne yapacağını Candaş Tolga Işık’a açıkladıklarından biliyorum…

Ama…

Ne yapması gerektiğini bilemem...

Bilebilecek olsaydım en az onun kadar becerikli ve kısmetli (Şanslı, talihli) olurdum…

Abimizin biri ne güzel söylemiş:

“Doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiyle tanışacaksın…”

Acun doğru yerde, doğru zamanda, doğru insanlarla tanışmış; kısmet çeşmesi açık bir kardeşimiz…

O nedenle; az sonra okuyacaklarınız Acun’a asla akıl vermek amacını taşımıyor…

Biliyorum ki Acun’un benim (Hiç kimsenin) aklıma ihtiyacı yok…

Ama…


 

Bu demek değil ki deneyimlerine, bilgilerine ve en az onlar kadar önemli sezgilerine inandığı büyük veya küçükleriyle istişare etmesin…

Aksine…

Son kararı kendisi vereceğini bile bile en azından düşünce ve görüşlerini bir de kendi sesinden başkalarına anlatırken dinlemesi bile büyük avantajdır…

Yeter ki ukalâlık yapmadan dinlemesini bilen dostları olsun…

 

Acun başarılı mı olur?.. Kaybeder mi?..

Bu soruya da şöyle cevap vermiş olayım:

Bir işe başladıktan belirli bir süre sonra, başladığınız yerden geriye düşmemişseniz kazançlı sayılırsınız…

Neden mi?..

Çünkü kaybetmemek de kazanmaktır…

Bu nedenle, Acun Ilıcalı’nın kaybedeceğini aklıma bile getirmiyorum…

Geriye dönüp bakalım…

Medyaya girmeden önce yaptığı bir iki işte battı Acun

Peki ne kaybetti?..

Sadece zaman…

Evet sadece zaman kaybetti…

Ama…

İflâs ederken bile çok büyük bir kazancı oldu…

Ne mi?..

Söyleyeyim: Deneyim kazandı…

Eski deyişle: Tecrübe sahibi oldu…

 

Çünkü…




En güçlü tecrübe, insanın kendi kaybederken kazandığı yaşanmışlıklarından kaynaklanan “mutlak” bilgilerdir…

Acun Ilıcalı medya âleminden önce işte o en mutlak ve en aldatmayan bilgilere sahip oldu…

Ondan sora her yaptığı işte üstüne koydu…

Eğer Acun Ilıcalı medya dünyasına girmeden önce giriştiği işlerde batmasaydı bugünkü bulunduğu yüksekliğe büyük ihtimalle çıkamayacaktı…

Yani…

“Her şerde (Kötüde) hayır vardır” sözüne mutlaka inanıyordu ki başkalarının “şer” diye tanımladıkları sonuç onun için iyiliğe dönüşecek “sebep” oldu…

TV 8’i satın almasından sonra onun geleceğiyle ilgili çok şey söyleniyor yazılıyor…

Acun o kadar büyük bir tecrübeye sahip oldu ki…

Atacağı her adımı, gireceği her riski önceden mutlaka hesaplayacak; kazanç/kayıp ihtimal oranlarını da en doğru veya en doğruya yakın şekilde plânlayacaktır.

 

Unutmadan söyleyeyim…

Acun’un, Candaş’a yaptığı açıklamada en çok beğendiğim sözlerinden biri şu oldu:

“…Para beni buldu açıkçası ben para peşinde koşmadım.”

Acun’un bu tespiti bana Hacı Anneciğimin yüzlerce kıssasından birini hatırlattı…

Sizinle de paylaşayım…

 
 

Köyün birinde herkesin bir “Kısmet Çeşmesi” varmış…

Kiminin kurnasından kol kalınlığında su akarmış, kiminin bilek kalınlığında, kiminin parmak, kiminin ise iplik

Köylünün biri kendi kurnasından iplik kalınlığında akan suya isyan etmiş bir gün…

Bir çubuk almış eline ve kurnasının ağzına sokup kurcalamış…

Ki…

Eğer varsa bir tıkanıklık çözülsün, onun da kurnasından kol kalınlığında su aksın…

Ama kurcaladıkça kesilmiş su; su kesildikçe o daha çok kurcalamış…

Sonunda kurnadan sadece “tıssss…” sesi gelmeye başlamış ama suyun bir damlası bile yokmuş…

 

Hacı Anneciğim bu kıssayı anlattıktan sonra hisseye gelir ve şöyle der:

“Herkesin kısmet çeşmesi Allah’ın dilediği kalınlıkta akar… Kurcalayan, Allah’ın verdiğine rıza göstermeyen, nasibiyle yetinmeyen eğer kuracalar, zorlarsa o azıcık kısmetini de kurutur…”

 

Ey güzel insanlar!..




Acun Ilıcalı
bilebildiğim (Duyduğum) kadarıyla inançlı bir genç adam…

Kısmet çeşmesini belli ki hiç kurcalamamış…

Suyu kesilince küsmemiş, şimdi vücut kalınlığında akarken de “kibir” yapmaz inşallah…

Dediği gibi…

O koşmuyor paranın peşinde…

Para tam da “kısmet” edildiği gibi onu buluyor…

Daha ne kadar sürer?..

Onda bu tevekkel varken (Umarım ve sanırım) daha sürer…

 

Yanlış yapıp yapmadığına gelince…

TV 8’i satın aldığı ilk gün

Çünkü…

Televizyon sahibi olmakla doğru yaptığını düşünüyordum…

Başarılarını hayranlık ve gıptayla izlediğim genç işadamı/televizyonculardan biriydi…

Kimler gelmiş kimler geçmişti şu TV dünyasından…

Eşek yükü ile para kazananlar olmuştu ama hiçbiri medyadan kazandığı parayı medyaya yatırmamıştı…

Yani hiçbiri; medyadan elde ettiği servetini meslektaşlarını istihdam etmek, onlara iş ve aş vermek için kullanmamıştı…

Boğazda yalılar, milyonlarca metrekare tarlalar satın alıp sonra onlara imar durumu çıkararak milyonlarına milyonlar katmışlar ama medya sahibi olmayı düşünmemişlerdi…

Aksine…

Çok büyük servetlere sahip oldukları halde arkadan gelen gençlere yer açacaklarına maaşla (Hem de çok yüksek maaşlarla) çalışmayı tercih etmişlerdi…

 

Acun onlar gibi değil…




Fatih Altaylı
geçen gün ona akıl verenleri eleştirirken; TV 8’i satın almasını takdir ediyor ve fakat şöyle demeden de duramıyordu:

“Dertsiz başına dert almıştır”...

Evet…

Dertsiz başına dert almıştır…

Ama…

Belli ki onun başına aldığı derdi unutturacak şey; meslektaşları için daha gelişmiş, daha verimli, daha çok kişiyi çalıştıran yeni tarz bir kanaldır…

Kimileriniz diyecek ki:

“Tamam ama kanalı satın aldıktan sonra birçok kişiyi de kovdu…”

 

Birçok kişi dediğiniz kaç kişi?..

Ve o patrondur…

Kendine ait bir kurumda kiminle çalışacağına elbette kendisi karar verecektir…

Ne yapsaydı yani?..

Hedeflediği televizyonculuğu yapabilecek deneyim ve becerideki 150 kişilik ekibini dağıtıp, eskilerle devam mı etseydi?..

O zaman, o kadrolarla yani; hedeflediği televizyonculuğu yapabilir miydi?..

O, doğru olanını yaptı…

Rahmetli Kemal Ilıcak, eski parlak günlerinden sonra ekonomik sıkıntıya düştüğü dönemde bile onlarca köşe yazarına yazmadıkları halde maaş ödüyordu…

Sonunda ne oldu biliyor musunuz?..

Çalışmadıkları halde maaş alanlar, Kemal Bey battıktan sonra arkasından etmedik söz bırakmadılar…

 

Yani…




Acun
sadece bir televizyon gazetecisi değil, patron olduğunu da gösteriyor bence…

Patronlar akıllarıyla duygularını (İlle de merhamet duygularını) asla birbirlerine karıştırmazlar…

Acun’un yaptığı da o…

Kaldı ki; TV 8’den ayrılmak zorunda kalanların her biri kendi çaplarında başarılı birer şöhret…

Kendilerine mutlaka iş bulacaklardır…

En önemlisi de tazminatlarını alarak ayrılacakları için uzun bir süre dayanma güçleri olacaktır…

 

Yapacağı televizyonculuğa gelince…

Rahmetli Sakıp Sabancı baş başa yediğimiz bir öğle yemeğinden sonra kahvelerimizi yudumlarken şöyle demişti:

“Bu memlekette ne kadar çok insanın yüzü gülerse, kalkınma da o kadar çabuk olur”…

Yani “morali yüksek vatandaş” arzuluyordu Sakıp Ağa…

Morali yüksek vatandaş ise her gece ekran başına geçip haber kuşağındaki kan ve şiddet içeren olayları izleyen halkın içinden çıkmazdı…

Çıkamazdı…

 

Bunu neden mi hatırlattım?..




Acun
, güler yüzlü bir kanal yapacağını, ya da yapmayı hedeflediğini söylüyor da ondan.

Yıllar önce Korkmaz Yiğit’e; elinden iki bankası ve gazeteleri (Milliyet, Yeni Yüzyıl) alındıktan sonra bir süre danışmanlık yaptım…

Teklif Korkmaz değil ağabeyi Yılmaz Yiğit’ten gelmişti…

Başta istemediysem de aynı günlerde Yiğit’le birlikte çalışan Sağlık Eski Bakanı ve çok yakın dostum Yıldırım Aktuna’nın (Merhum) ısrarı ile teklifi kabul ettim.

O günlerde Kanal 6 da Yiğit’indi ve dönemin Hükümeti (Nedense) kanala dokunmamıştı…

Yiğit, haber bültenlerine çok önem verdiğini, eğer habercilikte bir numara olursak hem kamuoyunu hem de ülkeyi yönetenleri etkileyeceğini düşünüyordu…

Bu nedenle dönemin en başarılı haber ankormanı Reha Muhtar’a teklif götürecekti…

 

Düşüncesini dinlediğim anda itiraz ettim…

Çünkü ben bütün kanallardan farklı, onların yapmadıkları bir televizyonculuk modeli yapılmasını öneriyordum.

Yiğit’in ekonomik durumu parlak değildi…

Bu nedenle büyük prodüksiyonları finansa edecek imkânları  yoktu…

“Yapabileceğimiz en iyi şey, herkese umut veren, kimseyle kavga etmeyen pembe bir televizyon yayıncılığı” demiştim…

“Onu nasıl yapacağız?” diye sormuştu gülerek, “parasız mı?”

Saatleri satacağız” demiştim…

“Nasıl yani?” diye sormuştu bu sefer…

Cevabım hazırdı:

“Sabah saatlerini farklı, akşam saatlerini farklı, gece yarısına yakın ve gece yarısından sonraki saatleri farklı fiyattan satacağız…”

Şaşırmıştı:

“Kim alır ki?” diye sordu bu defa da:

Bir televizyon kanalına yüz milyon dolar vereceğine günün belirli saatlerini satın alıp hem yayınlayacağı reklâmlardan ve hem de kendi reklâmını da yaparak etkin olmak isteyen yapımcı, şirket veya kurum çıkacaktır”…

 

Sonuçta ne mi oldu?..

Yüzüme söylemedi ama arkamdan Yıldırım Aktuna’ya “Yahu amma uçuk bu adam!” demiş sevgili Korkmaz…

Ne yazık ki bir süre sonra Kanal 6 da gitti elinden…

Ve haksız olduğuna inandığım, şikâyetçisinin hiç de makbul bir adam olmadığı bir yargılamadan mahkûm oldu; halen hapiste…

 

Ey güzel insanlar!..




Bugün kalkıp da “Korkmaz beni dinleseydi Kanal 6 bugün halen yaşıyor olurdu” diyeceğimi sanmayın…

Öyle bir iddia, çok ayıpladığım “Ahmet Kaya yaşasaydı Gezi Parkı protestocularına destek mi verirdi? Karşı mı çıkardı?” sorularına cevap vermek gibi bir şey olur…

Bunu hatırlatmaktaki maksadım; Acun’un “Güler yüzlü, haberlerden habersiz bir eğlence kanalı” hedefinin doğru olduğunu söylemek içindi…

Eğer halkın çoğunluğu haberden haberdar olmak isteseydi, geçtiğimiz gece Başbakan’ın atv+A Haber’de ortak yayınlanan programı, Muhteşem Yüzyıl’dan çok daha fazla reyting yapardı…

Bu arada bir de anımı paylaşayım sizlerle…

Yıl 1997…

28 Şubat’taki o ünlü MGK toplantısı taze yapılmış, ortam fena gergin…

AKŞAM Gazetesi adına; Can Aksın, Şakir Süter (Merhum), Ömer Çavuşoğlu, Emin Pazarcı ve bendeniz Çankaya’da dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından kabul edildik…

Demirel, durumun vahim olduğunu, askeri kışlasında zor tuttuğunu anlattı…

Ömer Çavuşoğlu; “Sayın Cumhurbaşkanım” dedi; “bunları halk neden anlatmıyorsunuz?”

Demirel Çavuşolu’na hiçbir şey söylemeden bir süre baktı…

Sonra sordu:

“Yahu Ömer sen nerede yaşıyorsun?”

Çavuşoğlu sorusunun soru ile cevaplandığına bir anlam veremedi ama saygılı bir ses tonuyla:

“İstanbul’da sayın Cumhurbaşkanım”  diye cevap verdi…

Demirel bakışlarını hepimizin gözleriyle buluşturduktan sonra konuşmasını sürdürdü:

“Geçen akşam atv’deydim, seyretmedin mi?”

“Seyretmedim” dedi Çavuşoğlu…

Bu defa ben girdim araya:

“Sayın Cumhurbaşkanım, ben sizi dinledim ama aynı saatte TGRT’de Sibel Can vardı onun reytingi sizden çok yüksek çıktı”…

Demirel’in kafasının saçsız olan o geniş kısmı yüzüyle birlikte kıpkırmızı oldu…

Önündeki kağıtların ucunu bükerek verdi cevabını:

“Aferin Sibel Can’a…”

 

Yaaa işte böyle…

Bırakın geyik muhabbetini…

Bu halk aslında eğlenmek, gülmek, derdini kederini unutmak istiyor…

Ama…

Televizyonları yönetenler halka kendi tercihlerini dayatıyorlar…

Acun işte bu gerçeğin farkında…

Göreceksiniz…

Başaracak…

Ve diğerleri de onu takip edecek…

Çok da iyi olacak…

 

adnanberkokan@gmail.com