28 Şubat'ta bile bugünkünden daha özgürdü...

Yıllarca kışla vesayetiyle mücadele etmiş bir düşünce insanı olarak; bu köhne ve Faşist vesayeti yıkmak için samimi....

ADNAN BERK OKAN

Delikanlılığa ilk adım attığı, bir süre sonra artık önüne çıkacak yollardan birine sapıp oradan ilerleyeceği yaşta; yani henüz on beşindeydi ilk yazısı yayımlandığında... 


Baas rejimi

“İkinci Cumhuriyet”
 denildiğinde ilk olarak onun adı geliyor akla...

İlk başlarda yadırganan “İkinci Cumhuriyet” fikri Birinci Cumhuriyet daha iyi tanındıkça, demokrasi ayağı olmayan bir nevi “Baas Rejimi” olduğu görüldükçe büyük bir çoğunluğun talebi haline geldi.

Babası parlamentoda İşçi Partili ve “ezber bozan” bir milletvekili olarak dönemin statükocu demokratlarından dayak yerken; 
O, gelecekte ticari ya da siyasi ikbali değil “gerçeği”, sadece gerçeği esas almaya karar vermişti bile...

Neydi gerçek?..
İnsanın mutluluğu ve özgürlüğüydü elbette…
Yani; insan hakları, tam demokrasi, hukukun üstünlüğü ilkesi...

Delikanlılığa geçiş yıllarında, kendi sonsuzuna kadar yürüyeceği yola ilk adım attığı günkü ilkeleri ve hedefi neyse; bugünkü sürdürdüğü yürüyüşündeki hedefi de aynı; yani zaman içinde bazı düşünceleri, görüş açısı, bakış tarzı değişse de hep aynı ilkelere sadık kaldı:

İnsan hakları, ileri demokrasi, hukukun üstünlüğü ilkesi, sosyal ve kültürel gelişmişliği yakalama hedefi…
Toparlarsam; Özgür ve mutlu insan…

Peki kendi özgür olabildi mi?..
18 yaşında bir lise öğrencisinin, aşkların en güzeliyle perçinlenmiş “evlilik mutluluğu”nun bir ömre yetecek kadar çok olduğunu bildiğim için mutlu olduğunu tahmin edebiliyorum…
Ama…
Özgür olamadığına, özgür bırakılmadığına da eminim…
Burada bir parantez açmak istiyorum:
Çoğumuz “zor” yılları “mutsuz” yıllar olarak kabul ederiz…
Oysa yaşamasını, zorlukların insan hayatını tatlandıran baharatlar olduğunu kabul edenlere göre “zor” yıllar insan mutluluğunu “en kalıcı” kılan yıllardır…
Onun mutluluğundaki kalıcılığın, en zor şartlarda (gazetesinden kovulduğu gün bile) kahkahalarla gülmeyi başarabilmesinden kaynaklandığını anlayanlardanım…


Gözlerden kaçırıldı mı?..

21 Mart’ta Diyarbakır
’da kutlanan Nevruz’da okunan mektuptan daha çok, bir başka konuya dikkat çekiyor Prof. Altan...
Bizzat gözleriyle gördüğü ama medyamızda yer verilmeyen, yorumu bile yapılmayan bir görüntüye...

Kürsüye çıkan ve yaklaşık 45 dakika, ellerinde PKK bayrakları ve Öcalan posterleri olan, yüzleri poşuyla örtülü terör örgütü militanlarının okudukları çok sert bildiriler ve görüntülerin verilmemesine…
Bu yasakçılık, barışın bile karşılıklı bir baskı uygulamasıyla getirilmek istendiğinin kanıtı Altan Hoca’ya göre…
Oysa dayatmayla kurulacak barışın bir başka dayatmayla yıkılacağına inanıyorAltan…
Barış gelecekse her türlü özgürlük ortamı yaratılarak gelmeli...

Eğer taraflar, “barış adımı” atıldığının savunulduğu bir günde meydanda ve kürsüde olan bitenlerin bazılarını kamuoyunun bilgisinden kaçırıyorlarsa, bu barışın nasıl geleceği, gelse bile kalıcı olup olamayacağının şüpheli olduğuna işaret ediyor...

20 sene Sabah Gazetesi’nde yazdıktan sonra 6 yıl da Star’ın başyazarlığını yaptı.
Star’dan ayrılmak zorunda kaldı...
Neden mi?..
Çünkü...
İlk kurulduğu günden itibaren destek verdiği Ak Parti Hükümetini;
(bilhassa) demokratikleşmedeki yavaşlamasını,
AB müzakerelerini ciddiye almamasını,
hukukun üstünlüğü ilkesini yerleştirmek için çıktığı yolda kendi üstünlüklerini hukukun üstüne koyma çabalarını,
ve ille de; 
Uludere’de 34 yurttaşın öldürülmesini araştırma konusunda hiç istekli olmamasını eleştirdi.

Eleştirilerine son vermesi için gazete yönetiminden gelen baskılara asla taviz vermeden 34 kişinin katillerinin bulunmasını, aksi halde bunun hesabını gelecekte hiç kimsenin veremeyeceğini yazmaya, söylemeye devam etti:
Kaba bir tabir olacak gerçi biliyoruz ama ne yazık ki bilhassa Türkiye medyasında artık alışıldık hale geldiği için tam ismiyle söyleyeyim: KOVULDU…
Hem de yıllarca Kemalistlerin “ötekileştirdiği”, aldıkları oyların hiçe sayıldığı, özgür olamamanın acısını en çok yaşamış bir siyasal kadronun iktidar gücü tarafından kovuldu…
Kimden söz ettiğimi bildiniz: Prof. Mehmet Altan...


“En hızlı yazar”

Dün telefonda sohbet ettik.

Bir söyleşi gibi değildi elbette; bir nevi Türkiye’nin çok büyük bir coşkuyla çıktığı şu son yolculuk, İsrail Başbakan’ının Erdoğan’dan özür dilemesi ve hatta öldürdükleri 9 kişi için tazminat ödemeyi kabul etmesi ve tabii ki yine Uludere
Hükümete yönelik eleştirilerinin gerekçelerini sordum; sanki bilmiyormuşum gibi…
Hâsılı fıkradaki gibi; Altan’ın bu konudaki görüşlerinin tekrarlarını dinlemek bile güzel oluyor…
Yazılarını yazarken yanında hiç olmadım ama duyduğum kadarıyla Türkiye’nin “en hızlı yazan” yazarı...
Yayımlanmış kırk tane kitabı, binlerce makalesi olduğunu hatırladığımda “en hızlı yazar” tanımlamasını hak ettiğine inanıyorum.


Yerleşik vicdan ve ahlâk anlayışını artık terk etmemiz yerine yeni bir vicdan, yeni ve tabii ki çağın gerektirdiği bir ahlâk anlayışının konulması gerektiğine inanan Altan’ın ilk kurulduğu gün destek verdiği Hükümeti eleştirmesinin temel sebebi de bu değişmesi gereken vicdan ve ahlâk anlayışı olsa gerek.

Zira yeni ahlâk anlayışında halkla sözlü de olsa yapılan sözleşmelere, verilen sözlere mutlaka uyulması gerektiğine inanıyor Prof. Altan...
Yani; balkona çıkıp çok güzel demokrasi taahhüdünde bulunan bir siyasi liderin balkondan indikten sonra verdiği sözleri unutmasını yadırgıyor…
Eskimiş, çağın çok gerilerinde kalmış bir vicdan ve ahlâk anlayışı üzerine bina edilmiş hiçbir yapının ayakta kalamayacağına inanıyor...

Yıllarca kışla vesayetiyle mücadele etmiş bir düşünce insanı olarak; bu köhne ve Faşist vesayeti yıkmak için samimi olduğuna inandığı siyasal kadrolara destek verdikten sonra bunu kısmen de olsa başarmış olmanın keyfini süremeden;
kışla vesayetinin yerini cami vesayetinin aldığını görmek tabii ki huzurunu da kaçırıyor, keyfini de…
Düşünebiliyor musunuz?..

28 Şubat sürecini yaşadı...


İleri demokrasi(!)..

Altan
’ın ilk günden itibaren demokrasi, AB tam üyeliği, hukukun üstünlüğü ilkesinin yerleştirilmesi ve askeri vesayetin kaldırılması çalışmalarına destek verdiğiHükümet; kendisini en özgür hissetmesi gereken süreçte onun yaptığı eleştirilere tahammül edemiyor, yazılarının ulusal medyada yayımlanmasına izin vermiyor…

Allah aşkına (“Allah Aşkı”nı kasten hatırlatıyorum) söyler misiniz?..

Çokça söylenen ama asla göremediğimiz, yaşayamadığımız “ileri demokrasi”nerede?..
Yok…
Olmadığı için de göremiyor sadece var olduğunu işitiyoruz ya…

Hem de dünya görüşleri uyuşmadığı halde; salt seçilmişliği, demokrasiyi temsili nedeniyle destek verdiği bir hükümetin uğradığı zalimce baskılara karşı demokrasiyi (hükümeti değil) savunmuş bir akademisyen..
Bir köşe yazarı...
Ama...
Bütün o baskılara rağmen günlük yazılarını da özgürce yazabiliyordu…

Ya bugün?..
Yani; Altan’ın 28 Şubat’ta “mağdur” oldukları, Faşist baskı karşısında elleri kolları bağlanmış; parti programlarında kendilerini seçenlere verdikleri sözleri yerine getirememe zorluğu yaşadıkları için bir tür “demokratik koruması” altına aldığı siyasi kadroların iktidar olduğu gün?..
Bugün durum çok daha vahim!..
Çünkü...
Bugün; en çok özgür olması gereken; daha özgürce yazması gereken bugün "yasaklı" Mehmet Altan... 
Hem de;
özgür olamadıkları yıllar boyunca siyasal ve sosyal işkence çekmiş siyasi kadroların iktidarında, onlar tarafından "yasaklı"...  


“Güç kirlenmesi”
 

Mehmet Altan
’a göre demokrasi halen yok çünkü son 30 yıldır 12 Eylül darbe döneminin anayasası ile yönetilmeyi kabullenebiliyoruz…

Tabii ki biz yönetilenlerin bunu kabul etmesinden çok daha vahim olan, yönetenlerin bu darbe anayasası ile ülke yönetmekten hiç gocunmayışları…
Dünyanın ileri hiçbir demokrasisinde olmayan askeri darbe dönemi ürünü YÖK halen duruyor…
Neden?..
Bir dönemler, yani "mağdur" edildikleri süreçte, iktidar olduklarında YÖK’ü mutlaka kaldıracaklarını taahhüt eden siyasi kadrolar YÖK’ü kaldırmadılar, yönetimini ele geçirdiler.
YÖK’ü kaldırmadılar çünkü bu siyasi kadrolar da egemenliklerini ve sahip oldukları kudreti hiç kimse ile paylaşmak istemiyorlar…
Bunun adı “güç kirlenmesi” değilse ne?..


Ne değişti?..

Daha yakın bir zaman öncesine kadar devletin Kemalist bir tavırla toplumu şekillendirdiği için buna itirazı olduğunu belirten Mehmet Altan, bugünkü siyasal iktidarın aynı Kemalist yöntemleri kullandığına ama toplumsal şekillendirmeyi dinüzerinden yaptığına dikkat çekiyor…

Yani özgür iradenin olmadığı; yöntemlerin bile değişmediği, sadece “Kemalist Gençlik” yerine “Dindar Gençlik” yetiştirilme arzusunun ön plâna çıktığı ve bu şekillendirmenin de yine, eskiden olduğu gibi Devlet eliyle yapıldığını söylüyor…
Peki burada değişen ne?..
Kökten Laikçiliğin yerini dinciliğin alışı mı?..
Sanki kökten laikçilik de bir nevi “din” değilmiş gibi…


Mehmet Altan
’ın AB’ne tam üye olmuş bir Türkiye hayal ettiği sır değil…

Hatta tam üye olununcaya kadar hedef olarak almak ve o hedefe samimiyetle, bütün gereklerini yerine getirerek yürümek bile güzel…
Çünkü Türkiye AB normlarını eksiksiz uygulayabilirse çok daha zengin olabilecek ve çok daha iyi yönetilebilecek bir ülke…
Ama…
Bu da yok…
Oysa;
AB ile müzakere eden, AB standartlarında bir demokrasiyi arzulayan bir ülke olsak; cami ile kışla arasında sıkışıp kalmayacak; kısmen de olsa kaldırılan kışla vesayetinin yerine cami vesayetini getirip koyanlara izin vermeyeceğiz…

Ama halen Devletin insandan, bireyden daha önemli olduğu zihniyetin siyasal egemenliği; bir türlü insana öncelik veremiyor…


Sünni - Şii savaşına doğru!..

İsrail Başbakanın Netanyahu
’nun özür dilemesinin elbette önemli olduğunu 

ama bu özrün; İsrail’in dokuz kişiyi katlettiği gerçeğinin üzerini örtmeyeceği gibi o dokuz kişiyi öldürenler kadar öldürülmelerine sebep olanların suçlarını da ortadan kaldırmayacağını söylüyor…
Ve tabii ki özrün zamanlaması, Obama’nın telkiniyle edilmesinin bölgede gerçekleştirilecek sınır değişiklikleri öncesi “taraf tespiti” gibi bir şey oluyor…
Altan’a göre belli oldu ki muhtemel bir savaşta Türkiye “Sünni” devletlerle bir arada olacak…
Yani; Sünni – Şii savaşı hazırlığı yaptırılıyor…
16. Yüzyılda Avrupa’da yaşanan kanlı mezhep savaşlarını da hatırlatan Altan, “Allah, savaşların en vahşilerinden biri olan mezhep savaşından insanlığı korusun” diyor…
Ben de en içten gelen bir ses tonuyla “amin” diyorum…
Ve telefonu kapadıktan sonra düşünüyorum:
28 Şubat post modern askeri darbe döneminde bile askerlerin yaptıklarını eleştirebilen, yazılarına sansür uygulanmayan bir yazar;
bugün, hem de ilk iktidar olduğu günden itibaren destek verdiği bir siyasal iktidar tarafından yasaklıysa eğer…
Ve…
Buna rağmen birileri ülkede “ileri demokrasi” olduğundan söz edebiliyorlarsa; taraflardan biri akıl tutulması yaşıyor…
Bana sorarsanız akıl tutulmasını yaşayanlar tabii ki “ileri demokrasi” olduğunu iddia edenler…
Peki ya size göre kimler?..

adnanberkokan@gmail.com