12 Eylül darbesi Özal zekâsının ürünüdür
Demokrasi; iktidarların, egemenler adına karar alması için halk yığınlarının seçim sandıklarına taşındığı rejimin adıdır...
Hemen herkes 12 Eylül 1980
darbesini anlatıyor…
Kimileri övüyor Ertuğrul Özkök
gibi, kimileri veriyor veriştiriyor Ahmet Altan gibi…
Eh yani… 12 Eylül’ü en içinden
yaşayan (İş Dünyasının ve askerlerin fazla yakınında) biri olarak
benim de anlatmam farz oldu…
Hem de öyle “Romantizm”e falan
kaçmadan…
“Faşistler!.. Darbeciler!..
Demokrasimizin güllerini kopardılar” gibi
sulu gözlülük yapmadan…
“İyi ki darbe oldu da gençlerimiz
her gün ölmekten kurtuldu” diyerek asker
postalı yalamadan…
Sevgili dostlar…
Yaşlılar, orta yaşlılar, gençler
ve genç olmak üzere olanlar!..
Devletleri romantizm değil,
gerçekçilik ve çıkarlar (yok canım, halkın çıkarları değil)
yönetir…
Eğer bir ülkede egemenlerin
çıkarları “iç savaş” gerektiriyorsa, kendi vatandaşlarını
birbirlerine kırdırırlar (Yugoslavya)…
Eğer, devletlerarası savaş daha
çok gerekliyse, komşulardan biri ile savaşa tutuşulur…
İran – Irak savaşı
meselâ…
8 yıl sürdü…
Savaşın sonunda her iki ülkenin de
toprakları aynıydı…
Ama…
İki ülkeden de 1 milyon’a yakın
insan öldü…
İki ülkenin toplam 300 milyar
Doları, silâh sanayicilerinin ve komisyoncularının kasalarına
girdi…
Elbette “Amaç silah üreticilerini
zengin etmekti” diyecek kadar Bertrand Russel tarafından beyni
yıkananlardan değilim…
Peki amaç neydi?..
Önce “Hedef”i
söyleyeyim…
Hedef Rusya’daki
rejimdi…
Bunun için ekonomik olarak zayıf
bir İran ve Irak, ekonomisini rayına oturtmuş bir Türkiye
gerekliydi…
Bu arada unutmadan hemen
hatırlatayım:
Türkiye’de
bir askeri darbe yapılması, iç-dış egemenlerin çıkarına ise biz
milletçe kıçımızı yırtsak sesimizi kimselere
duyuramayız…
Bir sabah kalktığınızda,
silâhınızı size doğrultmuş “Yasah hemşerim… Ordu yönetime el koydu”
diyen bir fukara köy çocuğu ile karşılaşırsınız…
Televizyona koşarsınız ki, Kenan
Evren’in Yüzbaşılarından biri ekranda neden darbe yaptıklarını
anlatıyor…
“Bu kadar televizyona rağmen
mi?” diye sormayın…
Şu andaki telekomünikasyon sistemi
buna fazlasıyla müsait…
Gazeteler o gün olmasa da ertesi
gün, Ordu’nun geç bile kaldığını anlatır…
Köşe yazarları (bu gün darbe
karşıtı görünenler dâhil) TSK’nin demokrasi ve darbe kültürünü
över…
Ertuğrul Özkök’e bu gün çatanlara hatırlatırım…
Ekmeğine yağ
sürüyorsunuz…
O, 12 Eylül’ü sahiplenerek aslında
gözdağı vermek istiyor ama…
Galiba, bunu anlayan sayısı çok
az!..
Ne demiştim?..
12 Eylül’ü
anlatacaktım…
Aslında anlattım bile ama
açacağım…
O halde başlayayım…
12 Eylül Masalı…
Türkiye 1980’li yıllara giderken, dünyanın yeni bir değişim sürecine
girdiğini anlayamayacak kadar cahil politikacı ve bürokrat ordusu
tarafından yönetiliyordu…
1970’li
yılların başında (Nixon yönetiminde) Altın Sisteminden çıkan ABD
(Vietnam Savaşı nedeniyle o kadar çok karşılıksız Dolar basmıştı
ki, Dolar getirip Altın isteyene verecek altınları kalmamıştı)
dünya ekonomisini değiştirmeyi ve bunun için öncelikle Komünist
Çin’le ilişkileri geliştirmeyi kafasına koymuştu…
Sonra da Sovyet İmparatorluğu
parçalanacaktı…
1980’li yılların başına
gelindiğinde her şey ABD’nin plânladığı gibi gelişti…
İran’da
ABD yanlısı Şah’ın iktidarı, Komünist TUDEH ile Mollaların
işbirliği sonucu yıkıldı; İran, bir İslâm Cumhuriyeti olarak şeriat
yasalarıyla yönetilmeye başladı…
İran’ın
“Hemen yanı başı” denilecek Afganistan’da darbeyle iktidara gelen
Babrak Karmal ise SSCB’yi Afganistan’a davet etmişti…
Bu arada unutmadan…
Japonlar ilk başta “Büyük Zafer”
diye niteledikleri Paul Harbour baskınının aslında bir tuzak
olduğunu anladıklarında Hiroşima çoktan atom
bombasıyla yok edilmişti.…
Japon Amiral Yamamato da “Uyuyan
devi uyandırdık” diyerek ülkesinin yaptığı hatayı itiraf
etmişti…
Gerek İran’da meydana gelen İslam
Devrimi (ki Humeyni’yi Fransa göndermiş, Şah ise ABD’ye
kaçmıştı…) gerekse Sovyetlerin Afganistan’ı işgali bir bakıma Paul
Harbour baskının ABD tarafından bizzat tezgâhı
gibiydi..
Komünist Rusya Afganistan’ı 85 Bin
Kızıl Ordu askeriyle o kadar kolay işgal etmişti ki, buna adeta
kendisi de inanamamıştı…
Böylece Komünistler,
ABD Başkanı Carter'ın olası bir saldırıyı savaş sebebi
sayacağı (Yani o görüş Cumhuriyetçilerden önce Demokratlar
tarafından ilân edilmişti) petrol bölgesine sadece beşyüz
kilometrelik bir uzaklığa gelip yerleşmişlerdi…
Zavallı Rus
emekçileri…
Zavallı Asyalı Müslüman Sovyet
askerleri!...
Dünya halklarının kurtuluşu için
savaşacaklarını (daha doğrusu öleceklerini)
zannediyorlardı...
Lütfen hatırlayın...
O dönemde Kızıl Ordu’nun
yarısından çoğu, Asyalı Müslüman askerlerden
oluşuyordu…
Şah devrilmeden önce İran ordusu
da dünyanın en güçlü ordularından biri olmuştu…
Ve…
İran giderek Batı’yla daha çok uyum sağlıyordu…
Ama Türkiye ile ilişkilerinin ne
olacağı hiç kimse tarafından kestirilemiyordu…
Irak ordusu da keza dünyanın en güçlü diğer ordularından
biriydi…
Irak’ta da
ekonomi giderek bağımsızlaşıyor, güçleniyordu…
Irak’ın da
Türkiye ile ilişkilerinin seyrini tayin etmek
imkânsızdı…
İnisiyatifi kullanan hep Saddam
oluyordu…
Hem İran’da hem de Irak’ta petrol
gelirlerini koyacak yer yoktu…
Başkan Carter (ki Demokrat’tı)
petrol bölgelerini ne Iran’a, ne de Irak’a bırakmaya
niyetliydi…
Hele Asyalı Müslüman askerlerden
oluşan Kızıl Ordu’ya hiç bırakamazdı…
O halde önce Komünizmi çökerterek,
yeni Rus imparatorluğuna son verilecekti (ki bu, bu günkü Rusya’nın
da çok işine geliyordu)…
Sonra da giderek Müslüman
askerlerin çoğunluğunu sağlayacağı ayan beyan ortada olan Kızıl
Ordu parçalanacaktı…
Ama öncelik Kızıl Ordu’nun
parçalanmasında değil, Komünist İmparatorluğun
çökmesindeydi…
İmparatorluk çökünce, Kızıl Ordu
da nasıl olsa paramparça olacaktı…
O süreçte ABD’nin, İslâmiyet’i
“Ilımlı” yaşayan, diğer dinlerle kavga etmeyen hatta uzlaşan,
Liberal ekonomiyi benimsemiş, küresel dünya ile uyumlu olmanın
teknik ve fiziki şartlarını yerine getirmiş bir Türkiye’ye ihtiyacı
vardı...
12 Eylül 1980 askeri operasyonu
işte o şartlarda yapıldı…
Tarikatlar gerek ABD ve gerekse İsrail ile sıcak ilişki kurulmasına ve
askeri işbirliğine soğuk duruyorlardı…
Hatta öyle bir olasılıktan bile
nefret ediyorlardı…
Oysa dönemin Başbakan Müsteşarı
Turgut Özal, askerlerle yaptığı her baş başa konuşmada onlara
Fethullah Gülen’i anlatıyor, hareketini ve kişiliğini
övüyordu…
Gelecekte O’na ve cemaatine neden
ihtiyaç duyulacağını, gelişen olaylar ve ABD’nin geleceğe yönelik
planlarından örnekler vererek açıklıyordu…
Paşalara dünyadaki gelişmeleri
aktarıyor, ABD’nin Komünist Rusya’yı parçalama, Kızıl Ordu’yu
Asyalı Müslüman askerlerin eline geçmeden parçalama plânından söz
ediyordu.
İç politikaya yönelik ise şunları
söylüyordu:
“Sizden önceki komutanlar, yerli
tekelci sermayenin oyununa geldiler ve Demirel Hükümetine 12
Mart’ta muhtıra vererek, memleketimizin gelişmiş dünyaya uyum
sağlamasını engellediler… Şimdi artık bu gelişimin ve değişimin
önünde duramamalılar”…
Gülen karizması ve sevgisi
gerekliydi…
Bunun için hem askeri bir döneme
hem de halkın devlete saygısını sürdürebilmesi, sendika ağalarının
oyununa gelmemesi için bir tür Sivil Toplum Örgütü gibi yapılanan
ve çalışan Fethullah Gülen Cemaati’ne ihtiyaç vardı (ABD'nin
"Ilımlı İslâm" modeli)…
ABD de
öyle istiyordu çünkü tarikatlar giderek İran rejimi ile temaslarını
arttırabilirlerdi ama Gülen Hocaefendi’nin öyle bir girişimde
bulunmayacağı açıktı…
İşte onun içindir ki 12 Eylül
darbesini, Özal – Brzezinski – Haydar Saltuk Paşa (Genel Kurmay
Genel Sekreteri) üçlüsü hazırladılar…
Nitekim bütün askeri idare boyunca
Turgut Özal “Her şeyden sorumlu Başbakan Yardımcısı”
oldu…
Haydar Paşa da Kenan Evren’i yöneten ve yönlendiren bir tür oyun
kurucu…
Ancak şunu da belirtmeliyiz ki
bütün bu süreçte ne Özal ne de Haydar Paşa kişisel çıkar
gözetmişlerdir…
Özal, 12 Mart muhtırasının, henüz sermaye birikimini sağlayamamış Yerli
Tekeller- Ordu işbirliğinde verildiğini hiçbir zaman
unutmamıştır…
Özal’ın o
müthiş zekâsı, 12 Mart öncesinde başladığı ama muhtıra ile
ertelenen Liberalizasyon çalışmalarını bizzat TSK’ya yaptırmak için
fırsat kolluyordu…
Türkiye gibi sendika ağalarının hakim olduğu bir “Devlet Kapitalizmi
ve Sendikacı Cenneti”nden piyasa ekonomisine geçişin Demokratik bir
ortamda yapılması mümkün müydü?..
Ama ne pahasına olursa olsun
Türkiye küresel ekonomiyle uyum şartlarını geliştirmeli bunun için
parasını değiştirilebilir (konvertibıl), ekonomisini de Liberal
yapmalıydı…
Devletin sırtındaki en büyük
kambur, bütçe açıklarının ve yüksek enflasyonun sebebi olan
KİT’lerden kurtulmaktı…
Bu kamburdan kurtulmanın yolu ise
“Toplu Sözleşmesiz” bir Türkiye’den geçiyordu…
Öyle ki (sermaye birikimini
tamamlayamadığı için) ekonominin sürekli olarak uluslar arası
rekabete kapalı tutulmasını… KİT’lerin ucuz ve uzun vadeli hammadde
vermesini talep eden yerli tekeller de öyle bir durumda TSK’ya
karşı koyamazlardı…
Şimdi bir kez daha tekrar
edeyim…
12 Eylül, Kenan Evren zekâsının ürünü değildir…
Olamaz da…
12 Eylül, Beyaz
Saray’da, müthiş stratejist ve gelecek
uzmanı Brzezinski tarafından gündeme getirilmiş…
Özal ve
Genel Kurmay Genel Sekreterinin (Org. Haydar Saltuk) katılımıyla
bir projeye dönüştürülerek uygulamaya konulmuştur…
IMF’nin
Ecevit Hükümeti’ne 45 milyon Dolar bile vermezken Başbakanlık
Müsteşarı Özal’a (Demirel’in azınlık Hükümeti dönemi) hem 250
milyon Dolar kredi ve hem de bazı borçların ertelenmesi imkânını
sağlaması boşuna değildi…
Çünkü…
Askeri Darbeler ancak, ekonomi
sağlamken yapılırsa başarıya(!) ulaşabiliyorlardı…
Darbe açıklandığında, dönemin ABD
Genelkurmay Başkanı’nın, dönemin Başkanına “Bizim çocuklar başardı”
demesinin arka planı işte bu üç çocuk(!)tur…
Unutmayın...
6 Kasım 1983 seçimleri öncesinde
Evren'in ANAP'ı tokatlayan
konuşması, ülkeyi 22 Temmuz 2007'de yapılan
erken seçim sürecine taşıyan Sabih
Kanadoğlu'nun çıkışı ile aynı amaçlıdır...
Tıpkı, Büyükanıt
Paşa'nın sözüm ona muhtıra çektiği halde
Genelkurmay Başkanı olarak kalması (görevden
alınmaması) ve Dolmabahçe Sarayı'nda
Başbakan Erdoğan'la kucaklaşması(!)
gibi...
Geleyim bu güne…
TARAF’ı kullandılar…
Ordu ile kimileri kavga ederken
kimileri ise orduya yağ çekiyorlar…
İşte bunu
anlayamıyorum…
Nefret de etseniz…
Onlara bayılsanız da sizi kimse
dinlemez…
Eğer bölgemizde sınırların değişme
zamanı gelmişse…
Eğer bu değişim sivil iktidarlar
tarafından yapılamıyorsa askeri darbe olacaktır…
Yok eğer sivil iktidarlar Kıbrıs
ve Kürt sorununu çözecek, Kuzey Irak’taki Kürt bölgesinin
özerkliğini kabul ederek, Rum Ortodoks Patriğinin ekümenik olduğunu
ilân edip, Heybeliada Ruhban Okulunu eğitime açacaksa asker
yerinden bile kıpırdayamaz…
Kımıldarlarsa ne
olur?..
Bugün prostatı patlamış yaşlı ve
emekli paşalar derdest edildiler; o zaman da bütün komuta kademesi
(darbe yapmaya kalkışırlarsa) birer birer cezaevine
konulurlar…
Son söz:
Hani var ya o ünlü
belge…
Hani canım, İlker
Başbuğ’un “Paçavra” diye nitelediği
sözde belge…
Hani Gülen Cemaati ve AKP’yi bir
darbe ile yok etmeyi planlayan darbenin belgesi(!)…
Zavallı TARAF’ı nasıl da
kullandılar…
Giderek saygınlığını
kaybettirdikleri TSK’ın saygınlığını bir manşetle
nasıl da eskisinden daha parlak hale getirdiler…
Şimdi bu ordu ne yapsa hakkı(!)
değil mi yani?..
Neyse…
Daha fazla bir şey söylemek
istemiyorum…
Ama…
Belgeyi kimin düzenlediği,
belgenin “Aslı” olmadan Savcılığa verilmesinden o kadar belli
ki…
Ciheti askeriyenin sınırları
içinde düzenlenmediği kadar belli hem de….
Neyse…
Şimdi artık CHP
zamanı…
Bakın…
Mümtazer Türköne
bile CHP’yi övüyor (İlginçtir; Türköne'nin Ak
Parti'ye karşı tehdit unsuru olarak kullandığı o makalesi ZAMAN'ın
internet sitesinden kaldırıldı)…
15. Madde bahane…
Ak Parti hükümeti ise halen bazı konularda (Kürt Sorunu, Kıbrıs Rum
Kesimi ile ilişkiler, Patrikhane vs.) ayak sürümekle
meşgul…
Irak’a
askeri müdahaleyi önleyen Ecevit’in başına gelenleri unuttular mı
ne?..
Ya da sahiden de 3 Kasım 2002
seçimlerini halkımız sayesinde kazandıklarını mı
sanıyorlar?..
Unutmayın…
Demokrasi; iktidarların, egemenler
adına karar alması için halk yığınlarının seçim sandıklarına
taşındığı rejimin adıdır, ne yazık
ki…
Ne mi yapalım?...
Gerçeklerden kaçmadan, birbirimizi
yemeden işimize bakalım…
Kendimizi bazen, mahallede topaç
çevirirken birbirleriyle kavgaya tutuşan erkek çocuklarına
benzetiyorum…
Biz kavgamızı yaparken zengin
mahallenin uyanık delikanlıları gelip bizim en güzel kızlarımızı
kapıyor, en diri meyvelerini çalıyorlar…
Adnan Berk Okan
27.06.2009